İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Gideni ve Gelmekte Olanı Anlayan, Hiçbir Zaman Bitmeyecek Olan Şair: Nazım Hikmet

Fransa’nın Cezayir’i işgali sırasında birçok aydın ve entelektüel gibi Jean Paul Sartre da bu işgale karşıydı. Ve Fransa işgalini Fransa’da protesto eden Jean Paul Sartre’a karşı dönemin başbakanı De Gaulle, kendi çevresinden yazara gözdağı verilmesine dair birtakım öneriler alır. Charles de Gaulle’ün bu önerileri reddetmek adına kurduğu cümle ise bugün dahi hafızalardadır. “Sartre Fransa’dır.” Herifçioğullarını, Batı’yı körü körüne övme meraklısı hiç değilim ancak bu anekdotu hatırladıkça aklıma gelir: “Nâzım Türkiye’dir.” diyen biri neden olmamıştır bizde?

Bunu, şairin yalnızca Memleketimden İnsan Manzaraları adlı o büyük eserini okuduktan sonra dahi diyebiliriz gibi geliyor bana… Türk şiirinde serbest ölçülü şiirin ilk örneklerini verenlerden biridir Nâzım Hikmet. Bu bakımdan Türk şiirinin biçim değişikliğini de başlatan isimlerden biridir. Ama yalnızca biçimi değil; Nâzım Hikmet şiirin içeriğini de değiştirmeyi başarmıştır. Mücadelesi olsun, şairliği olsun yaşadığı dönemden başlayarak tüm dünyada bilinmeyi, uluslararası çaptaki büyük şairlerin teveccühünü kazanmayı başaran şair Ocak 1902’de Selânik’te dünyaya gelir. Esasen uzun süre şairin doğum tarihi 20 Kasım 1901 olarak biliniyordu. Şairle akraba olan, arkeolog Halet Çambel’in arşivinde korunan bir Memduh Ezine hatırası ise Nâzım Hikmet’in Ocak 1902’de dünyaya geldiğini kanıtlamıştı. Nâzım Hikmet’in Yolculuk Fotoğrafları Sergisi’nde de paylaşılmış olan bu hatırat sayesinde bugün büyük Türk şairinin doğum tarihini de daha net bir şekilde biliyoruz.

Nazım Hikmet’in çocukluğu

Nâzım Hikmet, meşhur bir aile şeceresine sahiptir. Babasının babası Mehmed Nâzım Paşa dönemin ünlü valileri arasındadır. Büyükbabası Mehmed Nâzım Paşa’nın da şiirle uğraştığı bilinmektedir. Hatta Nâzım Hikmet’in şiir konusundaki ilk rol modellerinden biri de büyükbabasıdır. Şairin annesi Celile Hanım ise ilk kadın ressamlarımızdan biri olup güzelliği ile birçok adamı büyülemiştir. Nâzım Hikmet’in annesinden de resim yeteneğini aldığını, özellikle hapiste çizdiği resimlerden anlayabiliriz. Anne tarafından büyük dedesi ise Polonya kökenli olan ve Müslümanlığın kabulüyle adını Mustafa Celalettin Paşa olarak değiştiren Konstanty Borzecki’dir ve kendisi bir mühendis ve Türkolog’dur.

Taha Toros Arşivi

İşte Nâzım Hikmet, önemli görevlerde bulunan, sanatla içli dışlı böylesi bir ailenin içinde yetişir. Öyle ki mektebe gitmeye başlamadan evvel ilk eğitimlerini evde, annesi ve baba tarafından dedesi Mehmed Nâzım Paşa’dan alır. Bir ilavede daha bulunalım; Nâzım Hikmet’in 1905’te doğan kardeşi İbrahim Ali Bey ertesi yıl kuşpalazından vefat eder. 1907’de ise kardeşi Samiye Hanım dünyaya gelir. Şair Oktay Rıfat da Nâzım ile anne tarafından kuzendir.

Nâzım, daha sonra adının dünya genelinde duyulmasını sağlayacak olan şiirle 11, 12 yaşlarında tanışır. Üstelik o yaşlarda tipik olarak görülen şiir konuları aşk iken, Nâzım’ın “toplumsalcı” damarı belki daha o yaşlarda kendini belli eder. “Feryad- Vatan” başlığını taşıyan bu şiir hakkında önemli yazar ve eleştirmenlerimizden Asım Bezirci, şairi anlattığı kitabında şunları söyler: “Defterindeki ilk şiiri 20 Haziran 1329 (3 Temmuz 1913) tarihini taşır. ‘Feryâd-ı Vatan’ başlıklı bu şiiri Nâzım Hikmet on bir yaşında iken yazmıştır. Balkan Savaşı’nda Osmanlıların yenik düşmesi ve düşmanların Çatalca’ya kadar gelmesi üzerine kaleme alınan şiirde şairin bundan duyduğu derin üzüntü ile çok sevdiği yurdunu kurtarma istek ve umudu yansıtılmaktadır. Fakat, kendisinin açıklamasına göre, ilk yazdığı şiir ‘Yangın’dır. Bu şiiri, evlerinin karşısındaki bir binada çıkan yangın üzerine 6 Kânûn-ı evvel 1330 (19 Aralık 1914) tarihinde kaleme almıştır. Ölçüsüz, daha doğrusu, bozuk düzenli bir denemedir. Şairin deyimiyle, vezni, büyükbabasının yüksek sesle okuduğu aruzla yazılmış şiirlerin kulağında kalan ses taklitleriyle yapılmıştır.’’

Nazım Hikmet ve kız kardeşi Samiye Yaltırım

Feryad-ı Vatan

Sisli bir sabahtı henüz
Etrafı bürümüştü bir duman
Uzaktan geldi bir ses ah aman aman!
Sen bu feryad-ı vatanı dinle işit
Dinle de vicdanına öyle hükmet
Vatanın parçalanmış bağrı
Bekliyor senden ümit

Evde almaya başladığı eğitim yıllarına dair Nâzım Hikmet şunları aktarır: “Büyük babam, Mevlevi Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde, babamın edebiyatla ilgisizliğine bakmaksızın, şiir başköşedeydi.’’ Daha sonra, arkadaşı Vâlâ Nûreddin ile beraber ilkokulu (Taşmektep) bitiren şair, bugünkü Galatasaray Lisesi’ne devam eder. Ailesi için masraflı bir okul olan Galatasaray Lisesi’nden ise daha sonra alınır ve Nişantaşı Lisesi’ne verilir. Burada başarılı bir öğrencilik kariyeri geçiren şair evde aldığı Fransızca eğitimlerle de dilini geliştirmektedir. 1917’de, 15 yaşlarına geldiğinde Heybeliada Bahriye Mektebi’ne yazılan şair, artık bir “Bahriyeli”dir. Şaire Bahriye’nin kapılarını açtıransa tüm hayatının baş köşesinde bulunan şiir olur: Nişantaşı Lisesi’nden mezun olmaya yakın, bir aile toplantısına katılan küçük Nâzım orada denizciler üzerine yazdığı bir kahramanlık şiirini okur. Dinleyenler arasında bulunan Bahriye Nazırı Cemal Paşa ise şiirden oldukça etkilenerek, bu küçük çocuğun Bahriye’ye girmesini ister. Nâzım Hikmet’in üvey oğlu, önemli edebiyatçılarımızdan Memet Fuat da bu döneme dair şunları aktarır: ‘’Nâzım Hikmet 1917’de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi’ni 1919’da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandı. Aynı yılın kışında son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarladı. Aile dostu olan Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşa’nın gözetiminde iki ay süren bir sağaltım döneminden sonra, kendisine iki ay da evde dinlenme izni verildi. Bu süre sonunda da toparlanamadığı, deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlık durumuna kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs 1920’de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldı.’’

Bahriyeli Nazım Hikmet

Bahriye Mektebi’nde şairin tarih hocası ise Yahya Kemal Beyatlı’dır. Türk şiirinin otorite olarak da kabul edilen şairi, Ahmet Hamdi Tanpınar’a da hocalık etmiş olan Yahya Kemal, Nâzım ailesinin de dostudur. Hatta meşhur hikayedir ki; Yahya Kemal Bey, Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım’a o dönem meftundur. Eşi Hikmet Bey’den ayrılmakta ya da ayrılmış olan Celile Hanım da, Yahya Kemal’e gönül vermiştir. Ancak Nâzım Hikmet’in, hocası Yahya Kemal’in cebine iliştirdiği “Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz.” notu bu aşkın nihayete ermesinin önemli etkenlerinden biri olur. Ancak okul çağlarında hocası Yahya Kemal’e şiirlerini göstererek ondan yorum da ister Nâzım. Çünkü öyle ya da böyle; o, şairin ustasıdır, hocasıdır. Nâzım’ın hem bu şiir alışverişi hem de Celile Hanım – Yahya Kemal ilişkisi üzerine yazdığı bir mektubu aktaralım:

“Sonra üçüncü şiirimi 16 yaşımda galiba yazdım. Büyük bir Türk şairi, Türk şiirine o devir için yeni bir şiir dili ve anlayışı getiren Yahya Kemal anama sevdalıydı sanırsam. Evde şiirlerini okurdu anam. Bahriye mektebinde tarih öğretmenimdi şair. Kız kardeşimin kedisi üstüneydi yazdığım şey. Yahya Kemal’e gösterdim, kediyi de görmek istedi ve şiirimde anlattığım kediyi gördüğü kediye o kadar benzetmedi ki, bana; sen bu pis, uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsun, şair olacaksın, dedi.”

Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım

Şairlerin çevrelerinde yavaş yavaş bilinmeye başlayan Nâzım Hikmet 1920’de Alemdar gazetesinin açtığı bir şiir yarışmasına katılır. Yolunu çizmeye başlamıştır artık. Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon ve Yusuf Ziya Ortaç’ın övgüyle söz ettiği genç şair yarışmayı birincilikle kazanır. Yine Nâzım’ın aktardıklarına dönelim: ‘’17 yaşımda galiba ilk şiirim basıldı. Yani «Serviliklerde», yani mezarlıklarda ağlayan hayatında sevmiş ölüler üstüneydi. Yahya Kemal düzeltmişti birçok yerini. Sonra kızlara tutuldum, şiir yazdım.’’

Milli Mücadele yıllarına gelindiğinse ise şairi memleketini savunmak için taşın altına elini koyanlar arasında görüyoruz. Kızlara tutulup şiirler yazdığı dönem geride kalır artık. Emperyalist güçlerin parçalamaya çalıştığı Osmanlı Devleti’ne karşı tüm dünyanın büyük saygısını kazanacak olan bir lider doğmaktadır: Mustafa Kemal Atatürk. Paşa’nın önderliğinde başlayan Milli Mücadele’ye destek olmak isteyen şair Ocak 1921’de Mustafa Kemal’e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgüt sayesinde Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve çocukluk arkadaşı Vâlâ Nûreddin ile beraber Sirkeci’den kalkan Yeni Dünya vapuruna biner. Ankara’ya geçmeyi amaçlayan bu grup İnebolu’ya varmıştır. Birkaç günlük bekleyişin ardından yalnızca Nâzım Hikmet ve Vâlâ Nûreddin’e geçme izni verildiğinde, iki genç memleketleri için bu izni önemli bir fırsat olarak görür ve Ankara’ya giderler. Önemli bir ayrıntıyı belirtmek gerekir ki; İnebolu’daki bekleyiş sırasında Almanya’dan gelen öğrenci gruplarıyla tanışmaları Nâzım’ın sosyalist fikirlerinin ilk yeşerdiği devrelerden biridir. Çünkü bu Alman öğrenci grubu onlara, Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olan Sovyetler Birliği’ni ve sosyalizmi anlatırlar.

Vâlâ Nûreddin ve Nazım Hikmet

Ankara’ya geçtiklerinde ise kendilerine kutsal bir görev verilir. Görev; İstanbul’daki gençleri Milli Mücadele’ye çağıran bir şiirin yazılmasını icab eder. 1921’in Mart’ında on bin adet bastırılıp dağıtılan şiir çok büyük bir yankı uyandırır. Atatürk ile Nâzım Hikmet’in karşılaşması da yine bu döneme tekabül eder. Nâzım’ın en eski dostlarından Vâlâ Nûreddin bu karşılaşmayı “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” kitabında şöyle aktarır: “Basmakalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi: Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi. Daha da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanına bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla ilgilendi. Eliyle selamlayıp bizden uzaklaştı.’’

Nâzım ve Vâlâ bu sürecinden ardından Bolu’ya öğretmen olarak atanırlar. Tutucu bir çevrenin içerisinde öğretmenlik yapan iki genç yazar burada diken üstünde olacaklarını anlar ve bir karara varırlar: Moskova’ya gitmek! Bolu’da Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili olan Ziya Hilmi bu iki genç öğretmeni tutucu Bolu çevrelerine karşı korur. Bilgili bir kişi olan Ziya Hilmi onlara Fransız Devrimi’ni anlatır, Lenin’den söz eder, Sovyetler Birliği’ni görmek istediğini söyler. Tutucu çevrelerin baskısına daha fazla tahammül edemeyeceklerini öngören iki genç şair dünyada olup bitenleri de öğrenmek istemektedir. Bu nedenle Paris’e mi, Berlin’e mi yoksa Moskova’ya mı gideceklerini tartışırlarken Ziya Hilmi’nin etkisiyle Moskova’da karar kılırlar.

Atatürk ve Nazım Hikmet ile ilgili anıyı aktardığım, Vâlâ Nûreddin’in kitabı.

Şairin üvey oğlu ve yazar Memet Fuat yine bu devreyi şöyle aktarır: “1921 ağustosunda Bolu’dan ayrılıp doğuda, Kâzım Karabekir Paşa’nın yanında öğretmenlik etmeye gidiyormuş gibi davranarak, vapurla Zonguldak’tan Trabzon’a geçtiler, oradan da gene vapurla 30 Eylül 1921’de Batum’a vardılar. Böylece Sovyetler Birliği’ne ayak basan, yirmi yaşın eşiğindeki iki genç şair Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) yazıldılar.’’

Moskova’ya gidişte uğradıkları Batum, Nâzım Hikmet’in yeni şiirinin de kapılarını aralamasını sağlar. İlk şiirlerinden itibaren aruzla şiir yazmakta güçlük çeken şairin Anadolu’ya geçtiği dönemde ise şiirinde yalın bir dil ve hece ölçüsü görülür. Ancak, o daha başka bir form, daha etkili bir yöntem, şiiri bir silaha çevirecek daha başka yollar arar. Zaten şu sözleri de bunu yeterince özetlemektedir: “Anadolu’ya geçtim. Millet sıska atlan, nuhtan kalma silâhı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu. Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim, bayıldım ve bütün bunları başka türlü yazmak gerektiğini sezdim, ama yazamadım. Daha büyük bir sarsıntı gerekti…”

İşte o sarsıntı Moskova yollarındayken çıkar karşısına. Batum’daki “İzvestiya” gazetesinde gördüğü ve Mayakovski’nin olduğu tahmin edilen bir şiir aradığı formülü keşfetmesine olanak tanır. Bir uzun, bir kısa satırlardan meydana gelen bu şiir o dönem Rusça bilmemesine rağmen şairi etkiler. Yani o şiirin biçimine, serbestliğine son derece şaşar. Moskova’ya ayak bastıklarında gördükleri açlık ve sefalet üzerine ise tıpkı gazete gördüğü biçimdeki şiir gibi bir şiir yazar: “Açların Gözbebekleri”. Türk şiirinin serbest ölçüye geçişindeki en önemli isimlerden biri olan Nâzım Hikmet böylece kendi şairlik serüveninde de yepyeni bir dünyaya adım atar.

(…)

Değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000!
Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!

Moskova macerasıyla ilgili olarak Nâzım Hikmet’in yanında Vâlâ Nûreddin’in bulunduğu çokça bilinir ama daha az bilineni Şevket Süreyya Aydemir’in de orada olduğudur. Tarihçi ve yazar Şevket Bey, Milli Mücadele yıllarında asker olarak Kafkas Cephesi’nde düşmanla çarpışmıştır. Suyu Arayan Adam adlı kitabında; o dönemlerden Cumhuriyet’in kuruluşuna kadarki devreyi mükemmel bir şekilde anlatmıştır. İşte bu kitapta, Moskova’daki zamanını da anlatırken Nâzım Hikmet ile ilgili de ilgi çekici anekdotlar aktarır. Buradaki öğrencilik döneminde, Udelnaya kampında arkadaşlarıyla fikir ve siyaset tartışmaları yapan Aydemir, Nâzım Hikmet’in ne kadar ateşli olduğunu kitapta şöyle söyler:

“Bu tartışmalarda en kavgacı olan Nâzım Hikmet’ti. Aslına bakılırsa, onun buralarda işi olmaması lâzım gelirdi. Ailesinin kanında Polonya’dan, Macaristan’dan İstanbul’a, Anadolu’ya kadar, eski imparatorluğun kol attığı bütün ülkelerden bir parça vardı. Dedeleri, yakınları; valiler, kumandanlar, paşalar, hatta bir de sedar-ı ekrem (başkumandan)dı. Yüzünün hatlarında atalarının çizgilerini taşıyordu. (…) Nâzım Hikmet kızdığı, hiddetlendiği zaman, hemen bana saldırırdı. Orman, onun azgın sesinden inim inim inlerdi.”

Suyu Arayan Adam (Şevket Süreyya Aydemir)

Moskova’dan yepyeni fikirlerle, siyasi bakış açılarıyla, yeni şiir sistemiyle ve Rusça öğrenerek döner. Ekim 1924’te gizlice Türkiye’ye dönen Nâzım Hikmet, Aydınlık dergisinde çalışmaya başlar. Ancak Nâzım Hikmet hükümet çevrelerince dikkat çekmeye başlamış biridir artık. Polis tarafından izlenmeye başladığı anladığında bir basımevi kurmak maksadıyla ve izini kaybettirmek için İzmir’e gider. 1 Mayıs 1925’te kapatılan Aydınlık dergisinin ardından, dergi çalışanlarının birçoğu da tutuklanır. Yine Memet Fuat’a dönersek, kıymetli yazar bu devre hakkında şunları söyler: “Ankara’da İstiklal Mahkemesi’ndeki dava 12 Ağustos 1925’te sonuçlandığında Nâzım’ın da gıyaben 15 yıla mahkûm edildiği görüldü. Bunun üzerine Nâzım Hikmet saklanmakta olduğu İzmir’den haziran ayı ortalarında İstanbul’a gelerek gizlice yurt dışına çıkıp yeniden Sovyetler Birliği’ne gitti. Cezasının 1926’da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince, resmen yurda dönebilmek için pasaport isteğiyle hemen Türk Elçiliğine başvurdu. Tekrar tekrar yaptığı başvurulara olumlu karşılık alamadı. Bu arada 28 Eylül 1927’de İstanbul’da dağıtılan bildiriler yüzünden açılan bir davada gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla, gene gıyaben 3 ay hapse mahkûm edildi. Bir buçuk yıl kadar bekledikten sonra Elçilik’ten olumlu bir karşılık alamayacağını kesinlikle anlayınca, 1928’de Bakû’da ilk şiir kitabı Güneşi içenlerin Türküsü’nü yayımlattı.’’

Memet Fuat her ne kadar, şairin ilk şiir kitabının Güneşi İçenlerin Türküsü olduğunu söylese de, arşiv araştırmalarıyla bilinen, emektar insan Haluk Oral 2010’da bu yanlışı düzeltmişti. Haluk Oral bize Nâzım’ın ilk şiir kitabının “Dağların Havası” olduğunu gösterdi. Akbaba Neşriyat’tan 1925’te çıkan kitap henüz Latin alfabesine geçilmediğinden, doğal olarak eski yazıyla yayımlanmış. Haluk Oral konuyla alakalı şunları aktarmıştır: “Halbuki gerçek farklı. 1925’te Akbaba Neşriyat’tan çıkan ‘Dağların Havası’ adlı kitabın kapağında veya içinde ünlü şairin ismi geçmez. Aynı yılın başında Akbaba Dergisi’nde yayımlanmaya başlayan şiir ise ‘Kartal’ mahlasını taşır. Bu ‘Kartal’ Nâzım Hikmet’tir ve şiirde ismi geçen Leman ise Şevket Süreyya Aydemir ve eşi Leman Hanım’dan başkası değildir.”

Nazım Hikmet’in ilk şiir kitabı: Dağların Havası

1928’de kendini aklamak adına gizlice memlekete gelen şair, Hopa çevresinde yakalanır ve arkadaşı Laz İsmail ile beraber tutuklanır. Aralık 1928’de sonuçlanan dava neticesinde iki arkadaş da serbest kaldığında, şair soluğu Resimli Ay dergisinde alır. Zekeriya Sertel’in çıkardığı Resimli Ay aylık çıkan bir edebiyat dergisidir. Nâzım’ın haşin ve coşkulu kalemiyle dergide yayımlanan yazıları büyük yankılar uyandırmaktadır. “Putları Yıkıyoruz” adlı yazı dizisi ile eski şiire, Abdülhak Hâmid’e, Mehmet Emin Yurdakul’a saldıran şair tümüyle “yeni”nin habercisidir. Ve bunu sakin, insaflı ya da hoşgörülü bir şekilde değil; gerçekten avangart bir dil ve üslupla ortaya döker.

Nazım Hikmet’in Resimli Ay’daki yazı dizisinden

Nâzım’ın hikmeti yalnızca edebiyat çevrelerinin dikkatini çekmez: Temmuz 1930’da “Salkımsöğüt” ve “Bahri Hazer” şiirlerini bir plak firmasıyla anlaşıp seslendiren şairi polisler de tekrar izlemeye alır. Bu kayıtlar lokanta, kahvehane gibi kamusal alanlarda çalınmaya başlanınca polis duruma el koyar ve plağın ikinci baskının yapılmasına engel olur. Yine büyük kalem Memet Fuat’a dönelim:

“6 Mayıs 1931 Çarşamba günü saat 15’te, 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde, Türk Ceza Yasası’nın 311 ile 312. maddelerine dayanılarak başlayan mahkemeye, Nâzım Hikmet koyu renk bir giysi, çizgili boyunbağı, elinde fötr şapkayla gelmişti. Az sonra Avukatı irfan Emin Bey de (Kösemihaloğlu) yanında yerini aldı. Küçük mahkeme odası üniversite öğrencileri, genç şairler, şapkalı bayanlarla tıklım tıklım doluydu. Sorgulanmasının bir yerinde Nâzım Hikmet şöyle dedi: ‘iddianamede beş altı noktadan suçlama var. Bunların başında benim komünist olduğumu ilan etmekliğim suç sayılmaktadır. Evet, ben komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince ben komünist şair olmakla cürüm işlemiş olmam. Komünistlik bir tarz-ı telakkidir. Diğer iktisadi ve siyasi meslekler nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir. Benim bir sınıf halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu değildir.’ Sorgulama bitince, Savcı esas hakkında görüşünü bildirerek, ‘Müdafaasına nazaran suç için araştırılan kanuni unsur ve şeraiti göremiyoruz, beraatini talep ederim,’ dedi. Avukat İrfan Emin Bey ise coşkulu, uzun bir savunma yaptı. Türkiye’nin emperyalizme karşı verdiği savaşa da değindiği konuşmasını, ‘iddia makamının talebine katılarak beraatimizi talep ederiz,’ diye bitirdi. Yargıçlar dosyayı incelemek için on dakika ara vererek içeri çekildiler. Mahkeme salonunda aklanma kararı bekleniyordu. Ama öyle olmadı, duruşma 10 Mayıs 1931 Pazar günü sabahına ertelendi. Kimilerinde kuşku uyandıran bu erteleme ilgiyi büsbütün artırmış, pazar sabahı gelen dinleyiciler salona sığmayıp koridora taşmışlardı. Karar oybirliğiyle aklanma olarak okununca, büyük bir alkış koptu.’’

Artık daha çok tanınmaya başlayan ve şiir kitapları çıkan Nâzım Hikmet hayatının belki de ilk büyük aşkıyla da bu dönemde tanışır: Pirâye. Aslında ta 1930’da tanışmıştır ikili. Hatta 1931’de evlenmeyi planlasalar da şairin mahkeme meseleleri evliliğin ertelenmesine neden olur. 1935’in Ocak’ında evlenen Nâzım Hikmet – Piraye ikilisi evliliği daha önceden de bilirler. Nâzım’ın üçüncü, Pirâye’nin de ikinci evliliği olan bu birlikteliğe gelene değin Nâzım Hikmet Sovyetler Birliği’nde kendisine “Mavi Gözlü Dev” şiirini yazdıran Nüzhet Hanım ile evlenmiştir. Boşanmasının ardındansa bir Rus kızı olan Dr. Lena ile evlenir. Pirâye Hanım ise yönetmen ve oyuncu Vedat Örfi Bengü’den boşanmıştır ve iki çocuğu vardır. Bu çocuklardan biri de, burada da kimi cümlelerini alıntıladığımız Memet Fuat’ın ta kendisidir. Nâzım Hikmet, bu dört kişilik ailenin geçimini sağlamak adına Akşam gazetesinde çalışmaya başlar. Yine aynı dönem İpek Film Stüdyosu’nda senaristlik, film yönetmenliği gibi işlerde çalışır.

Piraye ve Nazım Hikmet

Ama şair, tabir caizse “fişlenmiş” biridir. İşbu nedenle ki; hapis onun için artık kaçınılmazdır. Birtakım provokasyonlara karşı daima uyanık olan Nâzım Hikmet, tuzağa hiçbir zaman düşmez. Düşmez ama, 17 Ocak 1938 gecesi polis tarafından tutuklanmasına da mani olunamaz. Beraat edeceğini umduğu mahkeme 29 Mart 1938’de şairi ‘’askeri üstlerine karşı isyana teşvik’’ suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkum eder. Ankara’daki Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nin aldığı bu kararın ardından şair bu defa İstanbul Sultanahmet Cezaevi’ne getirilir. 1938’in Ağustos’unda başlayan ikinci mahkeme de şaire 20 yıl hapis kararı alır. Toplam 35 yıllık bu mahkumiyet istemi, çeşitli gerekçeler vesilesiyle 28 yıl 4 aya indirilir. Bu süreç boyunca toplam 12 yıl hapis yatan şair önce İstanbul Tevkifhanesi’ne, sonra Çankırı Cezaevi’ne, son olarak Bursa Cezaevi’ne gönderilir. Bu dönem biricik eşi Pirâye’ye yazdığı şiirlerse Türk şiirinin en meşhur örnekleri arasındadır:

(…)

Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgilim;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nazıma!

Nâzım Hikmet’in serbest kalması için hem dünyada hem ülkemizde pek çok çağrı, eylem, protesto gerçekleştirilir. Şair İkinci Cihan Harbi sırasında tümüyle içeridedir. Ve 1949’a doğru şairin adli bir hata nedeniyle içeride yattığı fikri giderek taraf bulmaya başlar. Ankara ve İstanbul’da aydın ve sanatçı çevreleri Nâzım’ın serbest kalmasına yönelik imza kampanyası düzenlerken dünyada ne olur? Jean Paul Sartre, Albert Camus, Pablo Neruda gibi isimler de şairin serbest kalması adına kampanyalar düzenlemekteydi. Tarihçi Zafer Toprak bu olayı şöyle aktarır:

“İlk kez dünya ölçeğinde, Avrupa’dan Amerika’ya, Orta Doğu’dan Sosyalist dünyaya Nâzım lehinde gösteriler yapılmış, bildiriler yayımlanmıştır. Nâzım için şiirler yazılmış, ülke yöneticilerine Nâzım’la ilgili başvurularda bulunulmuştur. Nâzım’ın açlık grevi sayesinde içine kapanık Türkiye’nin kabuğunu kırarak entelektüel bağlamda dış dünyayla etkileşime geçtiğine tanıklık ederiz.”

Nazım Hikmet’in açlık greviyle ilgili dönemin dergilerinden biri

Bunlar bir sonuç getirmeyince Nâzım Hikmet de açlık grevine başlar. 8 Nisan 1950’de başladığı açlık greviyle ilgili, Nâzım’a dair en sağlam kaynaklardan biri olarak yine Memet Fuat’a başvurabiliriz: “Kalbinden, karaciğerinden rahatsız olduğu bilindiğinden, Ankara’dan gelen emirle, hemen ertesi gün İstanbul’a getirilerek önce Sultanahmet Cezaevi revirine, sonra da Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatırıldı. Onun açlık grevi kararı almasını önleyemeyince, doğru Ankara’ya gitmiş olan avukatı Mehmet Ali Sebük, ilgililerle yaptığı ilk görüşmelerden sonra Nâzım Hikmet’e bir telgraf çekerek, serbest bırakılması için çareler arandığını, iki kez Başbakan Yardımcısı Nihat Erim’le, iki kez Adalet Bakanı Fuat Sirmen’le, üç kez Cezaevleri Genel Müdürü Sakıp Güran’la konuyu ayrıntılarıyla konuştuklarını ertesi gün de Cumhurbaşkanı ismet İnönü’nün kendisini kabul edeceğini, bu durumda açlık grevini şimdilik ertelemesi gerektiğini bildiriyordu. Nâzım Hikmet bunun üzerine avukatının isteğine uyarak 10 Nisan 1950 sabahı açlık grevini erteledi.”

Nazım Hikmet, açlık grevini eşi Piraye’ye haber veriyor.

Ancak hiçbir sonuca bağlanamayan bu girişimlerin ardından şair 2 Mayıs 1950’de tekrar açlık grevine başlar. Birkaç gün içerisinde oldukça bitkin düşen şair 9 Mayıs 1950’de hastaneye götürülür ve tam teşekküllü bir hastanede tedavi görmesi kararlaştırılır. Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatması uygun görülen şair ise kararından emindir: Hakkının verilmesi için açlık grevi yaptığını söyleyerek tedaviyi reddeder. Bu nedenle tekrar cezaevine gönderilen Nâzım Hikmet’i savunanlar, onun serbest kalmasını isteyenler ülke ve içi dışında gösteriler düzenlemeyi sürdürürler. Nâzım Hikmet, artık göz ardı edilemeyecek kadar büyümüş ve herkesin gözü önünde bir vakanın başrolü olmaya başlamıştır. Öyle ki, annesi Celile Hanım da bu serbestlik talebi için Galata Köprüsü’nde eylem yapmaktadır. Öyle ki, konuyla ilgili eski aşkı Yahya Kemal’e de mektuplar yazan Celile Hanım bir zamanlar kendisine meftun olan Yahya Bey’den yanıt alamaz…

Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım imza toplarken

Hem bedeni resmen harap olduğu hem de meclis tatile girdiği için açlık grevini bırakan şair, Demokrat Parti’nin iktidara gelip çıkardığı af yasasıyla 15 Temmuz 1950’de serbest kalır. Şairin cezaevindeki son iki yılında ise hayatında yeni bir kadın vardır: Münevver Andaç.

Solda Münevver Andaç, uzanan Güzin Dino ve arkalarında Abidin Dino ile Nazım Hikmet

Yaşar Kemal’in İnce Memed romanının üçüncü cildini çevirerek Fransa’da Büyük Çeviri Ödülü kazanan Münevver Hanım, Nâzım’ın yeni aşkıdır. Bu nedenle hapisten çıktığı gibi Pirâye Hanım’dan ayrılan şair, kendini Andaç’ın kollarında bulur. Şairin dayı kızı olan Münevver Andaç ile Kadıköy’de yaşamaya başlayan Nâzım Hikmet’in tek öz çocuğu da Münevver Hanım’dandır. Çiftin 26 Mart 1951’de dünyaya gelen oğlu Mehmet hakkında oldukça kısıtlı bilgilerimiz bulunmaktadır. Şairin “Anası bir oğlancık doğurdu bana; Kaşsız, sarı bir oğlan, masmavi kundağında yatan bir nurtopu, üç kilo ağırlığında.” diye bahsettiği oğlu Mehmet Nâzım Bey’in daha sonraları babasına karşı duyduğu hayal kırıklığı ise her daim sürer. Babaannesi gibi ressam olan Mehmet Nâzım’ı 14 Ekim 2018’de Paris’te kaybettik.

Mehmet Nazım Bey

Münevver Andaç (1917 – 1998) Nâzım Hikmet’in de pek çok eserini çevirmiş, Türk edebiyatının önem tercümanları arasındadır. Münevver Hanım’ın da Nâzım’dan önce bir evliliği olmuş ve bu birliktelikten Renan adında bir kızı dünyaya gelmiştir. Nâzım – Münevver birlikteliği, şairin hapisten çıkmasıyla yurt dışına kaçması arasında sürer. Nâzım’ın “Karlı Kayın Ormanı”ndaki gonca gülü de Münevver Hanım’dan başkası değildir:

“Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.”

Sait Faik Abasıyanık, Nazım Hikmet ve Münevver Andaç

Hapis sonrası Nâzım’a bu defa askerlik baskısı yapılmaktadır. 1951’de, yani Nâzım 50 yaşına yaklaştığında yapılan askerlik çağrısı pek hayra alamet değildir. 1948’de öldürülen toplumcu yazar Sabahattin Ali’yle aynı akıbete uğrayacağını öngören şair çok sevdiği memleketinden gitmek durumunda kalır. 17 Haziran 1951’de yakın dostu, gazeteci Refik Erduran ile Karadeniz’e açılan şair Bulgaristan’a gitmeye niyetlidir. Ancak Romanya bandıralı bir şilebe denk gelmiş ve ona binmiştir. Oradan da Moskova’ya giden şair artık bir daha memleketine geri dönemeyecektir… Nâzım Hikmet’in “951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün” diye bahsettiği Refik Erduran bu kaçış hikayesini Güneri Cıvaoğlu’na anlatıyor:

https://www.youtube.com/watch?v=Kl8HEjMsSnw&feature=emb_title

Yine, şairin askere öldürülme amacıyla alınmak istendiğine dair İlber Ortaylı da önemli bilgiler aktarmaktadır:

1951’deki Haziran’ın son günlerinde tekrar Moskova’ya giden Nâzım Hikmet’i havaalanında Sovyet yazarları, ellerinde çiçeklerle karşılar. 1921 – 24 arası Moskova’da öğrenci olan ve Lenin’in ülkesine hayran kalan Nâzım, burada yine aynı düzeni, sistemi, güzelliği göreceğini düşünür. Fakat aradan geçen yaklaşık 30 yıl çok şeyi değiştirmiştir. Rusya’nın Stalin’i putlaştırdığını söyleyen şair bu görüşünü saklamaz. O derece ki; kendisi adına gerçekleştirilen ve Sovyet yazarların da bulunduğu etkinlikte Stalin’in oyunlar ve şiirlerde Güneş’e benzetilmesini komik bulduğunu söyler. Daha sonra, kendi ülkesinde iktidarı kazanan Bulgaristan Komünist Partisi’nin daveti üzerine Bulgaristan’a giden şair buradaki Türklerin vaziyetini, buradan neden göç ettiklerini görür. Devrin Bulgar Başbakanı’na çözüm olarak kooperatifleşmekten bahseden şairin bu önerisi uygulamaya sokulur ve başarı kısa sürede elde edilir.

Moskova’ya döndüğünde ise hayatında yeni bir kadın vardır: Galina Kolesnikova. Sağlığı günden güne kötüleşen Nâzım Hikmet’in tedavi için Moskova dışındaki bir sanatoryuma gönderilmesi ile başlayan bu tanışıklık 7 yıl süren birlikteliğe döner. Şairin gönderildiği sanatoryumda bir hekim olan Galina Hanım kendisi hakkında şunları söyler: “Nâzım o kadar yakışıklı ve güzeldi ki, 16’lık kızlardan 80’lik kadınlara kadar herkes ona âşık oluyordu. Ben de âşık oldum. Ondan 17 yaş küçüktüm. Başkasına ait bir mutluluğu çalmak istemiyordum.” Galina onun hem arkadaşı hem sevgili hem de dostu olmuştur.

Nazım Hikmet ve Galina Kolesnikova

Eşi Münevver Andaç ile oğlu Mehmet ise o dönem Türkiye’dedir:

Karşı yaka memleket,
sesleniyorum Varna’dan,

işitiyor musun?

Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan,
deli hasret, deli hasret,
oğlum, sana sesleniyorum,

işitiyor musun?

Memet! Memet!

Şairin hayatının son büyük aşkı ise, Vera Tulyakova’dır. Vera Tulyakova (1932 – 2001), bir film stüdyosunda çalışır ve 1955 yılının sonunda da bir film çekimiyle ilgili olarak Nâzım’dan yardım ister. Şair ise Vera’yı görür görmez ona büyük bir aşk duyar. Ancak Nâzım’ın o dönem hayatında zaten iki kadın vardır: İstanbul’daki eşi Münevver ve yanındaki Galina. Üstelik kendisinden 30 yaş küçük olan Vera da evli ve bir çocuk sahibidir. Aradan geçen iki yılın ardından 1957’de Vera, üzerinde çalıştıkları bir senaryonun kabul edildiğini söylemek için Nâzım’ı arar, tekrar bir araya gelmek durumunda kalırlar. Vera medeni hali gereği Nâzım’la olan muhabbetini bitirmek ister. Öyle ki şairden uzaklaşmak adına Karadeniz’deki Osipovka köyüne eşiyle birlikte tatil yapmaya gider. Ancak körkütük aşık olan Nâzım 1958 sonbaharında çılgınlık yaparak Vera ve eşinin tatil yaptığı yere gider, üstelik yanında 7 yıldır beraber olduğu Galina da vardır. 1958 ila 1959 yılları arasında birlikte yazdıkları oyun onları yakınlaştırır ve artık Vera da Nâzım Hikmet’e aşıktır. Bunun sonucunda 18 Kasım 1960’ta evlenen çift, şairin hayatının son anına kadar dolu dolu yaşar. Gezilere katılır, konferanslara gider, pek çok şehir gezerler. Nâzım’ın ‘’saçları saman sarısı, kirpikleri mavi’’ dediği Vera şairle onun ölümüne değin beraber olur.

Nazım Hikmet ile Vera Tulyakova

Nâzım ile Vera, şairin hayatının bu dönemlerini oldukça güzel ve renkli geçirirler. 3 Haziran 1963 sabahı Nâzım kapıdaki mektupları almak için eğildiğinde kalp krizi geçirir. Hastaneye gittikleri sırada Nâzım hayata veda eder. Vera, Nâzım’ın kimliğini almak adına cüzdanını açtığı zaman kendi fotoğrafını ve arkasında da şairin yazdığı şu dizeleri görür:

“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm”

Evet, Nâzım Hikmet hakkında konuşacak aslında daha o kadar çok şey var ki, onu tümüyle buraya sığdırmam mümkün değil. İyisi mi onu anlatan belgesellerini izleyin, kitaplarını, bulabilirseniz gazete küpürlerini ve mutlaka şiirlerini okuyun. Nâzım Hikmet, komünist şair, memleketini seven şair, haksızlıkları tereddüt etmeden dizelerine döken, aşklarıyla da meşhur şair üzerine atılmak istenen lekeler ne kadar büyük olursa olsun bitmeyecek, tükenmeyecek bir insan. Ne diyordu zaten?

Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret…

Büyük şair, hataları, cesareti, Türk şiiri ve politik hayatına kattıkları ve daha nicesiyle bu dünyadan göçüp gitti. Ancak toplumsal bir şiir okumaya karar verdiğinizde de, bir aşk şiiri okumak istediğinizde de onun dizeleri hala capcanlı, hala taptaze olarak karşımızda durmaktadır. Ve kendini anlattığı meşhur Otobiyografi şiiriyle bu bahsi -hiç kapatmak istemesem de- kapatalım:

1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ’dan Havana’ya
Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’de
961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim
951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52’de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana
başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim
bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21’den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu
yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye’mde Türkçemle yasak
kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.

Şairle 7 yıl beraber olan Galina’nın anılarını dinlemek ve Nâzım’ın kamerasından görüntüler izlemek isterseniz:

Kaynakça: 1, 2

Hazırlayan: Mert Bekçi

Bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir