İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tutkuları Perçemlerinde Gezen Bir Asi: Sevgi Soysal

Birçok niteleme ve tanım gibi, birine asi yakıştırması yapmak da kolay iş değil. Bunun için ne gereklidir bir bakmak lazım önce. Korkmamak mı, korkuların üzerine gitmek mi? Onay ihtiyacını içinden söküp atarak ruhun dizginlenemez yanına kulak vermek mi? Arzulamanın, hele bir kadın olarak arzu duymanın ayıplandığı bir ortamda arzularını söze dökmek mi? Yoksa ilgilendiğin sanat dalında yenilikler getirmek mi? Türk edebiyatında, bu sorulara cevap mahiyetinde vereceğimiz isimlerden biri Sevgi Soysal olsa gerek. 40 yıllık yaşam öyküsünün çoğu satırını oldukça yoğun bir şekilde yaşamış olan yazar Türk edebiyatının yenilikçi soluklarından biridir, politiktir, feministtir. Eril dilin eleştirildiği birçok ortamda, konuşmacı olarak gördüklerimizin erkekler olması gibi bir hataya elbette düşmeyeceğim. Ancak Sevgi Soysal’ın edebiyatta olduğu kadar, feminizmde sahip olduğu payı da söylemek gerek.

Cumhuriyet kurulduktan on üç sene sonra, 1936’da İstanbul’da dünyaya gelen yazar genç Türkiye’nin, değişim ve modernite kavramları karşısındaki zorlu sınavının içine doğar. O değişimin sancıları ki Tanzimat dönemiyle, hatta belki daha önce başlar ve Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ı, Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’ı gibi eserlerle sürüp gider. Türkiye, Atatürk’ün dediği üzere ‘’… yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet’’ olma yolunda adımlarını atmaktadır. Değişimin her daim sancılı olduğu gerçeğinden hareketle, Sevgi Soysal’ın da böyle sancılı ve ağrılı bir döneme doğduğuna şüphe yok.

Selanikli bir bürokrat ve mimar babanın, Alman bir annenin altı çocuğundan üçüncüsü olan yazar 1952’de Ankara Kız Lisesi’ni bitirir. Cumhuriyet ile yaşıt olan lisenin bulunduğu şehir, yani Ankara, aynı zamanda Soysal’ın ileriki dönemlerinde başının çokça derde gireceği şehirdir. Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde bir süre arkeoloji okuyan öykücü, ailesinin muhalefetine karşı gelerek 1956’da tiyatrocu ve yazar Özdemir Nutku ile evlenir ve eşiyle beraber Almanya’nın yolunu tutar. 1956 – 57 aralığında Göttingen Üniversitesi’nde arkeoloji ve tiyatro derslerini takip ederek Batılı eğitim kurumlarına olan aşinalığını da arttırır.

Almanya’da geçirdiği vakitlerini, 1958’de Ankara’ya döndüğünde Alman Kültür Merkezi ve İrtibat Bürosu’nda çalışarak işe çeviren yazar, Ankara Radyosu’nda çalışma fırsatı da yakalar. Bu dönemler, onun nasıl bir iç dünyaya sahip olacağını, ne tür bir edebî yolculuğa çıkacağını da emareleriyle beraber vermeye başlar, çünkü ‘’gerçekçilik’’ veya ‘’yeni gerçekçilik’’ olarak adlandırılan akımın etkisiyle öykü ve yazılar neşretmeye başlar. Avrupa’da 1850’lerden sonra filizlenmeye başlayan gerçekçilik akımı, bize gelmek için 100 yıla yakın bir zaman beklemiştir. Eşzamanlı olarak Türk yazınının da değişimlere gebe olduğu bu dönem, Soysal’ın Dost, Yeditepe, Ataç gibi dergilerde öykü ve yazılarının yayımlandığı yıllardır.

Sevgi Soysal’ın hayatı kalıpları kırmak, zincirlerinden azade olmak gibi kavramları içi dolu bir şekilde yaşayan bir kadının izlerini taşır. Bu minvalde görebileceğimiz önemli girişimlerinden birine, 1961’de Haldun Dormen’in yönettiği ‘’Zafer Madalyası’’ adlı oyunda tek kadın rolünü oynaması misal verilebilir. Bundan sonra artık zaman öyküleri aracılığıyla içinde dolup taşan duyguların kitap halinde de yayımlanacağı zamandır.

1962’de ilk baskısını gören, yazarın da kitaplaşan ilk eseri olan Tutkulu Perçem toplumda solunan hakim havaya toslamış ama isteklerinden taviz vermeyen bir kadını ortaya koyar. 13 öyküden oluşan eser, çoğu hikayede bir kadın karakterin merkezde olduğu bir seslenişi temsil eder. Bu sesleniş; eril düzenin etkisiyle kadına ve kadınlığa dayatılanlardan sıkılmış bir nitelik taşır. Öykülerin çoğunda, hizaya sokulmak istenen kadının erkeksi dünyaya olan öfkeleri ve tepkileri Soysal’a özgü bir dille aktarılır. Kitaba adını veren Tutkulu Perçem öyküsündeki şu alıntı Soysal’ın konuşturduğu kadını anlamak açısından oldukça verimlidir:

Rahatlamadım hiç. Kızgınlığım tabanlarımda. Öğle güneşinde, kumsalda dolaşıyormuşum gibi – çıplak ayaklarla, kızmış kumlarda – yanıyor tabanlarım. Erkeklere, erkeklere, en çok onlara, bu kendilerini, sonra yine kendilerini sevenlere kızgınlığım. İki düğmeli, tek düğmeli, üç düğmeli ceketleriyle duyarsızlar ordusu yığın yığın geçiyorlar. Ceketsiz, kravatsızlarda biraz olsun umudum vardı, oysa tek dolaşmıyor onlar – güçsüzler. Rastlamadım işte, birilerine rastlamadım – Rast-la-san-da, rast-la-ma-san-da av-va gi-di-yo-ruz.

Eser hakkında yazılan metinlerde, erkekçe çizilen sınırlardan sıkılan bir kadının erkeklere olan öfkesinden söz edilse de, bugünkü bilgilerimiz ışığında tepki verilenin daha çok ‘’erkeksi’’ olduğunu söylemek de gerekebilir. Bu parantezi kapadıktan sonra devam edelim. Eserde görebileceğiniz farklı unsurlar arasında gerçeküstü imgeler, bu imgenin gerçeküstücülüğüne yaraşır bir dil, toplumun yaşayış alışkanlığından kendini sıyıran ve bireyliğini arayan bir kadın bulunur.

İkinci öykü kitabını yazmak için aradan altı sene geçmesi gerekecektir. Bu süre zarfında arkeoloji diplomasını alır, çeşitli dergilerde öykülerini yayımlamayı sürdürür. Eril dilin hakimiyetine karşı yükselen sesi tekrar görebileceğimiz kitap, 1968’de ilk kez basılır: Tante Rosa. Soysal’ın Alman asıllı anneannesi ve teyzesinden hareketle yazmaya başladığı eser dönüp dolaşıp son noktayı yazarın kendisinde bulur. 14 öykü görebileceğiniz eserde Sevgi Soysal, yarattığı Tante Rosa ile bazen acımasızca dalga geçerken bazen de ona şefkatli bir el uzatırcasına anlayış gösterir. Dönem Türkiye’sinde yadırganan bir eser olan Tante Rosa, o vakitler yeterince anlaşılamamıştır da. Eserin kahramanı Rosa ile ilgili en çok vurgulanan şeyler onun yabancı (Alman) ve aykırı biri olduğudur. Bu yaklaşım; eserin, Rosa’nın, hatta belki de Soysal’ın yadırganmasına da sebep olur. İstediği yaşantıyı bulamadığında her şeyi bırakıp gidebilecek bir karaktere sahip olan Rosa, kimseye sormadan canının istediğini yapabilme yeteneğini haizdir. Bu da, edebiyat çevrelerince dahi kabul edilmesi güç özellikler olmuştur. Yazarın, annesini hiç tanımamış kızı Funda Soysal eser hakkında şunları söyler:

Tante Rosa’nın yaşamı bir başarısızlık öyküsü gibi gözükse de, içindeki prensesin ölmesine izin vermeyen Rosa’ya acımak ve gülmek kadar, hayran olmamak da zordur. Tante Rosa’nın iç sesi ve Sevgi Soysal’ın alaycı dili, kitap boyunca bu ikilemleri bir sonuca bağlanmadan dile getirir ve okuyucuyu, özellikle de kadın okuyucuyu, kendi varoluşuyla baş başa bırakarak aradan çekilir.

Bir çelişkiler hikayesine sahip olan Yürümek romanıysa 1970’de yayımlanır. Basıldığı yıl TRT Roman Başarı Ödülü’nü alan eser, daha sonra müstehcenlik gerekçesiyle yazarının yargılanmasına neden olur. Yazarın ilk romanı olan Yürümek, edebiyat çevrelerince bir eşik olarak da değerlendirilir. Tutkulu Perçem’le başlayan kadınlık – erkeklik ve toplum eleştirileri, çıkışları Tante Rosa ile boyut atlarken; Yürümek, yazarın bir dağın tepesine daha da yaklaştığı eserdir. Elâ ve Mehmet’in birbirlerine tesadüf etmelerinin, ayrılmalarının ele alındığı roman toplumca çizilen standart kadınlık ve erkeklik portrelerini derinlemesine ele alır. Bu temaları, sınıf çatışmaları takip eder. 12 Mart’ın ayak seslerinin duyulmaya başlandığı dönemde çıkan Yürümek, toplumun cinsel tabularını ele alması ve bireyin yaşadığı psikolojik sorunları da cinselliğin üstünün örtülmesine bağlaması açısından da son derece önemlidir. Soysal’ın dayatılanı reddeden güçlü sesini Yürümek’te de oldukça yüksek volümde duymak mümkündür:

Kaynanaların öpülen elleri, kabul günleri, uysal gelin bakışları, gülücükler, titiz bir ev kadını görünme çabaları, yuvayı yapan dişi kuştur numaraları, ovulan lavabolar, tencere karaları…

Yazarına önce ödül kazandırıp ardından kısa bir tutukluluk yaşatan Yürümek Türk edebiyatında feminist okumalar yapma noktasında da önemli bir nitelik hacmine sahiptir. Özdemir Nutku’nun ardından Mümtaz Soysal’la evlenen yazar, Mümtaz Bey’in ideolojik propaganda yaptığı gerekçesiyle mahkum edildiği Mamak Cezaevi’nde evlenir. Kendisi de siyasî gerekçeler gösterilerek tutuklanan Sevgi Soysal, sekiz ay boyunca Yıldırım Bölge’de, yaklaşık üç ay da sürgün yediği Adana’da kalır. Cezaevi onun yazarlık hünerini elinden alamaz ve bu süreçte yazdığı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanıyla 1974 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanır. Bu ödülü kazanan ilk kadın yazar olarak da tarihe geçen Sevgi Hanım bu ikinci romanında cinsiyet faktörünün ilişkilere olan etkisini irdelemeyi sürdürür, beri yandan 12 Mart’ı ülkeyi bu sürece getiren geçmişle beraber aktarır.

Yürümek’te olduğu gibi burada da cinsel temaları görmeye ayrıca devam ederiz. Roman karakterlerinden Olcay cinsellik söz konusu olduğunda bağımsız bir tutum sergiler. Sergiler ama sürüp giden eril zihniyetin çatısı altında cinselliğin aslında utanılan bir konu olduğunu düşünmeyi sürdürür. Cinsel çağrışımlar söz konusu olduğunda yüzünün kızarmasına mani olamaz. Toplumun büyük bir kesiminin mutluluk için çıkış yolu olarak gördüğü geleneksel birlikteliklere dair romandan alıntıladığımız şu bölüm de iyi bir özet verebilir:

Eve alınması mutlaka “gerekli” eşya için karılarına surat asmaktan usanmış kocaları, ev ihtiyaçlarını hayatın merkezi sanan dar görüşlü ev kadınlarını, ev eşyalarında hiç bıkmadan yenilik ve değişiklik yaparak hayatlarını renklendirdiklerini sanan ve belki de hayatlarında sadece bu alanda ilerleyen aileleri, yeni kuracakları yuvayı döşemekten anlaşılmaz bir tat çıkaran nişanlıları, kafeslerine delice meraklı, kafesleri için durmadan para ve emek tüketen tutsak kuşları, hem alışveriş edip hem de bundan şikayetçi olanları ayırt etmiyordu mağaza müdürü.

Otobiyografik unsurlarla bezeli ve 1975’te yayımlanan Şafak ise Adana’da sürgünde olan bir kadının yaşadıklarını 12 Mart eleştirisi ekseninde ele alır. Yazarın feminist seyrini, sürgün ve muhtıra gibi farklı politik evreler de takip etmeye başlar. Cezaevi anılarını anlattığı ve bir gazetede tefrika edilerek yayımlanan yazılar Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adıyla kitaplaştırılır. Yazar artık yalnızca kadın özgürlüğüne eğilmesiyle değil, farklı toplumsal çarpıklıklara değindiği yazılarıyla da politiktir.

Baktığınız zaman, Sevgi Soysal’ın edebî ve siyasî yaşantımızdan bir fırtına gibi geçtiğini anlamak zor olmasa gerek. Bir tiyatro oyununda tek kadın rolünü canlandırması, ailesinin karşı gelmesine aldanmayarak evlenmesi, sonraki evliliğini eşinin mahkumiyeti nedeniyle ‘’içeride’’ yapması, ardından gelen hapis ve sürgün dönemi… Ve tüm bunları, modernleşme noktasında hala büyük sancılar yaşanan 20. asrın ikinci yarısında yaşamış olması. Yarattığı kadın karakterlerin muhtemel ki hepsinde kendisinden izler görebileceğimiz Sevgi Soysal tüm bunlara rağmen ‘’öğretilmiş’’ bir insana, arzularından korkması gerektiğine inandırılmış bir kadına dönüşmemiştir. O, büyük gövdenin çizdiği sınırları dinlememeye, kendini gerçekleştirmeye inat ederek savaşını kazanmıştır.

1975 sonbaharı, Soysal için de yaprakların döküldüğü bir tarih olur: Yakalandığı kanser ondan bir göğsünü alır. Ama yaşamın içinden gelen bir yazar olma hünerini kaybetmez: Hastalık evresindeki dönemlerini içeren ve 12 Mart’tan sonraki değişimleri anlattığı Barış Adlı Çocuk 1976’da doğar. Aynı yıl bir ameliyat daha geçirmek zorunda kalan yazar, tedavi için eşiyle beraber Londra’ya gider. Tasarladığı son romanı Hoş Geldin Ölüm’ü bitiremeden Kasım 1976’da hayata gözlerini yumar.

TRT’de çalıştığı dönem neşrettiği radyo oyunları ve yazıları 2017’de Venüslü Kadınların Serüvenleri adıyla yayımlanır. Eserlerine girmeyen öykü, çeviri, eleştiri gibi yazıları ve kendisiyle yapılan söyleşiler de 2018 senesinde Tekliğin Türküsü adıyla kitaplaştırılır. Buradan bakınca Sevgi Soysal; politik, inatçı, karşı gelen yaşam anlayışını adeta tereddütten uzakta yaşamış gibi görünüyor. Öyle ki kanser olduğu dönemde Hoş Geldin Ölüm adını verdiği, tamamlanamayan bir roman hazırlama girişimleri dahi belki vaktinin geldiğini nasıl da endişelerden uzakta kabul ettiğini gösterir. Öyle ya da böyle o bizim siyasi hayatımızın, feminist mücadelenin ve Türk edebiyatının en dalgalı, en içinden geleni esirgemeyen portrelerinden biri olarak yaptıklarıyla ismini korumaya devam etmektedir. Yakın tarih Türk yazınının eril dili sorgulayan bir başka yazarı, Tezer Özlü‘yü okuyarak da yelpazeyi genişletmenizi salık veririm. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti eserinden bir alıntıyla yazarın tahtları sallayan anlatımına bir kez daha tanık olarak bu bahsi kapayalım:

Dostluğumuzun sağlıklı olabilmesi için, yanlış yere edindiğin komplekslerin ışığında görmemelisin beni. Bunların dışında, yalın ve çıplak, beni, benim sorumlu olduğum yönlerimle değerlendirmelisin.

Hazırlayan: Mert Bekçi

Bir yorum

  1. […] serbest gezdiği bir dönemdir. Bu sancıları biraz daha geçip ilerlediğimizde ise karşımıza Sevgi Soysal gibi bir asi çıkar. Tüm bu değişimler zincirin halkaları misali birbirine […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir