İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

7 Jealous Fools’un kurucusu Ahu Sıla Bayer ile söyleşi

Müze Gazhane’de sahneledikleri “Teslim ol. Sev ve Sessiz ol” adlı oyunla büyük ilgi gören tiyatro topluluğu 7 jealous Fools‘un kurucusu Ahu Sıla Bayer ile harika bir röportaj gerçekleştirdik.

Röportaj: Resul Şahin

-Merhaba. 7 Jealous Fools’u tanımak istiyoruz. Bizlere kendinizden ve kuruluş hikayenizden bahseder misiniz?

Ben aslen edebiyat çevirmeniyim, bir yandan tiyatro oyunculuğunu yürüttüğüm için tiyatro çevirisi alanında uzmanlaştım. Bu alanda yıllarca Boğaziçi Üniversitesi’nde dersler verdim. 2010’da ActEnglish isimli şirketimi kurmamla birlikte Türkiye’de İngilizce tiyatro gösterileri yapma serüvenim başladı. Bir yandan da 20 yıldır dil eğitmeni olarak çalışmaktaydım, belli bir noktaya geldiğimde bütün bu faaliyetleri bir araya getirip kendi şirketimin bünyesinde İngilizce tiyatro yapan bir ekip kurmanın zamanının geldiğine karar verdim.

7 Jealous Fools ekibinin bir araya geliş macerası ise, İngiltere’de konservatuar okuyan ama şu anda Türkiye’de yaşayan 15 yaşındaki ilk üyemiz Zola Blades’i ekibe almamızla başladı. Ardından oyunculuk kariyerlerine New York’ta başlamış, Actors Studio mezunu olan Buket Gülbeyaz ve Miray Beşli ekibin kadrosuna katıldı. Ortak bir yazım çalışmasıyla 7 karakter yarattık ve yarattığımız karakterlere 7 oyuncu bulma arayışına girdik. Bu süreçte her şey, gündelik hayatın gerçekliğini sahne gerçekliğiyle birleştiren bir yolculuğa dönüştü. Her bir oyuncuyu kendi yazdığımız karakterlerden yola çıkarak kadroya aldık; sonuçta yedi harika oyuncudan oluşan 7 Jealous Fools çıktı ortaya.

Diğer üyelerimiz Baran Andıç, Yağmur Elmacı, Armağan Oğuz, Evin Acar… her biri tiyatro alanında emek vermekten zerre çekinmeyen, kararlı, duruşu olan oyuncular. Bizim ilk oyunumuz olan “Teslim Ol. Sev ve Sessiz Ol.”, – seyirciden gelen bir yorumu aktararak söylüyorum – “oyunun başrol olduğu” bir performans. Bunu başaran, işbirliğine önem veren bir ekip bizimki.

-Müze Gazhane’de Cuma ve Cumartesi günleri “Cease and Desist. Love and be Silent” adlı oyunu sahneliyorsunuz. Bu oyundan da bahseder misiniz kısaca, tiyatro severleri neler bekliyor oyununuzda?

Oyun bir sergi salonunda geçiyor. Yaptığı işlerle kendisinden bahsettirmeyi seven performans sanatçısı Hürmüz, sergi salonunun ortasına tabutunu yerleştirmiş, davetlileri cenaze mi, performans mı belirgin olmayan bu etkinliğe davet etmiştir. Kendi ölümünü bir cenaze/performans olarak tasarlamış olan Hürmüz Edwards, İngiliz bir baba ve Türk bir annenin kızıdır.

Bu tuhaf sergiye gelen ilk davetli Hürmüz’ün 14 yaşındaki yeğeni Meghan’dır. Meghan teyzesiyle sıradan bir sohbet içine girmeyi beklerken kendisini danslı müzikli bir şölenin ortasında bulur. Sergiye teker teker Hürmüz’ün eski aşkları, sanatçı ve yazar arkadaşları, onu kıskanan ve onunla derdi olan aile üyeleri gelmeye başlar. Meghan çok geçmeden kendini müzikli, danslı bir şölenin ortasında bulur. Ancak teyzesine duyduğu sevgiyle “acaba teyzem nasıl öldü, öldürüldü mü?” sorusunu sormadan edemez ve olayların arkasındaki esrarı çözmeye koyulur.”

-Oyununuzun Türkçe prömiyeri de Mart ayında gerçekleşecek. Oyun bundan sonra “Teslim ol. Sev ve Sessiz ol” adıyla yalnızca Türkçe olarak mı sahnelenecek yoksa İngilizce olarak da devam edecek mi? Programınız nasıl olacak?

Biz bu oyunu aynı zamanda bir çeviri çalışması olarak da tasarladık. Bu anlamda aynı içeriğin hem İngilizce hem Türkçe oynanacak olması bize çok heyecan verdi. Her ayın ilk üç haftası Cuma ve Cumartesileri Türkçe, her ayın son haftası İngilizce olacak şekilde sezon boyu devam edeceğiz.

-“Teslim ol. Sev ve Sessiz Ol”un en sevdiğiniz, sizi ona çeken yanı nedir?

Bu oyunun yönetmeni ve yapımcısı olarak benim en sevdiğim yanı ortak üretim çalışması sonucunda, yaratıcı, deli dolu bir macera sonucu ortaya çıkmış olması. Biz en başından beri her şeyi birlikte yaptık, bütün kararları ekipçe verdik. Bence bu sayede oyunumuz yaratıcı ruhunu hep korudu.

Bir de oyundaki danslar ve karakterlerin etkili duruşları, oyuna büyük bir dinamizm katıyor. Seyirci çıktığında her şeyden önce “Çok eğlendik!” diyor. Bunu çok seviyorum ve bu aktif atmosferi oluşturan ekiple gurur duyuyorum.

-Aranızda yurt dışında eğitim alıp sonra Türkiye’ye dönen arkadaşlarımız var. Orada da devam edebilirdiniz, bu kararı nasıl aldınız diye sormak istiyorum?

Ben kendi adıma Belçika’da drama ve iletişim dersleri verdim; yıllarca Fransızca ve İngilizce’nin içinde yaşadım. İnsan bir noktada ana dilinde, kendini ait hissettiği kültürün içerisinde soluk alıp vermek istiyor. Bir de Türkiye’deki inatçı, ısrarcı, hiçbir şeyden yılmadan salonları dolduran festivallere akın eden tiyatro seyircisini ben çok seviyorum. Ülkemizde Anadolu kültüründen kaynaklı, kendine has bir tiyatro kültürü olduğunu düşünüyorum.

-Provalarınız nasıl geçiyor?

Çok gülerek, çokça dans ederek, ve daha önce de dediğim gibi ortak üretimle… Ama aramızda kalsın, ben oyuncuların bu kadar çalışkan olmasından şikayetçiyim. O kadar hırslı ve azimli bir kadro ki yönetmen olarak provalarda yemek yiyecek, bir kahve içecek zamanı bulamıyorum. Şaka bir yana, ekip disiplinli çok şükür.

-Biraz da genel sorayım. Tiyatrocunun temel motivasyonu nedir? Role yönelebilmek için hangi aşamalardan geçmek gerekiyor?

Tiyatrocunun temel motivasyonu bana kalırsa karakterleri analiz etmek yoluyla kendini tanımaktır. Temel motto hep aynıdır, belki yüzyıllar boyu da aynı kalacaktır: “Know thyself / Kendini bil.” Kendinizi tanıdığınız, yönelimlerinizi keşfedebildiğiniz bir yaşam sürüyorsanız, yaşadığınız deneyimler tadından yenmez bir hal alır. Kendini bilen/tanıyan insan potansiyelini gerçekleştirebilir. Bu yüzden tiyatro yapana da, izleyene de, okuyana da pratik edene de eşsiz hayat deneyimleri sunar, sizi hayata bağlar, kendinizi gerçekleştirmeye yaklaştırır.

Role yönelmek için bence oyuncu önce kendi deneyimlerinden yola çıkmalı; sonra benzer deneyimler yaşamış insanların hayatını anlamaya çalışmalı. İnsanın insanı anlaması zordur. İşte tiyatrocu bunu yapabilen büyücüdür.

-Tiyatrocunun en büyük rüyası yeni bir karakter midir, bu işin zirvesi neresi?

Sahne sanatlarının en güzel yanı bu işin bir sınırı, bitişi olmaması. Evren gibi, derya deniz, sonsuz bir sanat dalı. Zirveye ulaştığını sananların kendilerinden uzaklaştıklarını düşünüyorum. Zirve hayal eden ve ona ulaşınca “iyi” olacağını düşünen oyuncu bence daha oraya varmadan yolculuğun tadını kaybetmiş demektir.

-Pandemiyle birlikte en çok yara alan sektörlerden biri de özel tiyatrolar oldu. Sizin gözleminiz nasıl bu konuda, yavaş yavaş toparlanma var mı yoksa uzunca bir süre daha zorluklar devam edecek mi?

Bana yavaş yavaş bir toparlanma var gibi geliyor. Ama ben her daim pozitif düşünen bir insanım. Yani pandemi koşullarında bile maskeleriyle oyuna gelen seyirciye hayranlık duyuyorum, kaç saat orada oturmayı göze alan seyirciye selam olsun. Bence daha iyiye gidecek; her ne olursa olsun sanata açlık duyan, evden çıkıp güzel, estetik bir oyun görüp iyi hissetmek isteyen bir kitle var. İyi ki de var.

-Röportaj için teşekkür ediyorum. Son olarak eklemek istedikleriniz?

Sorularınızı çok beğendim, harika hazırlamışsınız. Bunu eklemek isterim. Bir de klişe olmaktan korkmadan, “Yaşasın tiyatro!” demekten çekinmeyeceğim. Sanat eserine tanık olan seyircinin, bir saatin üzerinde bir süre boyunca sanatçıyla burun buruna vakit geçirdiği pek az sanat dalı kaldı. Sanatı o anda, o mekanda paylaşıp birlikte nefes aldıkları çok az sanat var. Pandemi koşulları malum; konumuz nefes almak. Ve belki de en değerlisi birlikte nefes almak. Yaşasın nefesimiz diyorum.

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir