İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Felsefesi, Estetiği, Derinliği İle Divan Şiiri Örnekleri

“Eski şiirin paradoksal tarafı, son derecede kelimeci olmasına ve baştan aşağı kelime zevkinin idare etmesine rağmen hakiki dil zevkine bir türlü varamamasıdır. Bu yarı yolda kalışın sebebi Türkçenin mazbut bir lügatinin yapılmaması ise, öbür sebeplerinden biri de şüphesiz şiirimizin üzerinde vuzuhla konuşan eserlerin yokluğudur.” Böyle söylüyor Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi kitabında. Edebiyatla, özellikle de eski edebiyatla, yani diğer adıyla Klasik Türk Edebiyatı ile içli dışlı olmayanların derslerde son derece sıkıcı bulduğu divan şiirine, farklı farklı şairlerin beyitlerinden örnek vererek, şiirlerde geçen kelimelerin ne anlama gelebileceği üzerine tatlı tatlı sohbet ederek girmeyi deneyeceğim. Ağdalı ve bugün ancak sözlükler yardımıyla anlayabileceğiniz şiirler yazan ediplerden yazdığı şiirdeki kelimelerin neredeyse tamamını bugün de kullandığımız şairlere kadar divan şiirinin yelpazesi oldukça geniştir. Sanıldığı gibi tüm bir divan şiiri zor anlaşılan kelimelerin bir araya gelişinden oluşmaz aslında. Bol bol istiarenin, yani bir sözcüğü esas anlamının dışında kullanma denemesinin görüldüğü divan şiiri hakkında Tanpınar, dini ve tasavvufi temalı şiirler dışındaki tüm satırların padişah ve saray etrafını anlattığını, şiirlerde idealize edilmiş kişinin de genellikle padişah olduğunu söyler. Bu yorum, o dönem için oldukça özgündür. İran ve Arap şiirinin dünyasına entegre olmuş olan eski şiirin olmazsa olmazlarından biri de tasavvuftur. Türkçenin kendi ses düzenine uygun olmayan aruz vezninin yüzyıllar boyu divan şiiri aracılığıyla kullanılmasının dil ikiliğine sebep olduğunu belirten Tanpınar, tüm bunlara rağmen bu veznin (aruz ölçüsü de diyebiliriz) asırlar boyu başarılı bir şekilde kullanılabilmiş olmasını da bir zafer olarak görür. Şimdi seninle beraber yapacağım şey şu; çeşitli dönemlerde yazılmış divan şiirlerinden bir beyti aktaracağım, altına konuşma diline yakın şekilde nesre çevirisini yazıp beytin anlamını ve o dizelerde geçen kimi kelimelerin anlamlarını açacağım. Vakit bulup biraz sakinler ve hatta hoş parça açıp okursan gayet güzel bir deneyim olabilir… Tabii belirtmem gerekir ki; alıntıladığım bu beyitleri, ait oldukları şiirin, eserin içerisinde, bir bütünün parçası olarak değerlendirirsek başka anlamlar da çıkacaktır. Fakat onu şimdilik edebiyat fakültesinin koridorlarına bırakıyorum…

  • Yalınız Nef’î degül güstâh-ı bezm-i ma’rifet / Yoklasan cümle nedîmân-ı İlâhî böyledür

Sözcükler: Güstah (küstah), bezm (meclis), nedîmân (dostlar, arkadaşlar)

Nesre çeviri: “Marifet meclisinin küstahı yalnız Nef’î değildir; yoklasan bütün Allah dostları böyledir.”

Nefî

Divan edebiyatının en meşhur kaside şairlerinden biri olan Nef’î “Sihâm-ı Kazâ” adlı meşhur bir hiciv mecmuasına da imza atmıştır. Bu mecmuada şair, devlet erkânı başta olmak üzere babasını, şair dostlarını sert bir dille eleştirir. Şairin yukarıdaki beytine baktığımızda; “marifet” kelimesinin yetenek dışında “bir şeyi bilmek” anlamı da vardır. Yani “bilme yeteneği”. Nef’î burada “Ma’rifetüllâh”, yani Allah’ı daha iyi bilme ve hissetme hâlini kastederek, bu konuda kendini önde gelen isimlerden biri sayıyor. Şair bu ukalalığını meşru bir zemine taşımak içinse, dikkatle bakıldığında diğer tüm bilgili insanların, velilerin de biraz küstah ve ukala olduğunu savunma yoluna gidiyor. Kanaat önderi konumunda olan bilgili insanların toplumu yanlışlardan uzaklaştırmak noktasında konuşmalarda bulunmasının, nasihat vermesinin içerisinde şairimiz biraz küstahlık da gördüğünü söylüyor.

  • Yeter ey dil bu hevâ besdir bes / Ber-hevâ sarf-ı nefes besdir bes

Sözcükler: Hevâ (heves, istek, arzu), bes (yeter, yetişir, tamam, kâfi), dil (gönül, yürek), ber-hevâ (havaya gitmiş, kaybolmuş)

Nesre çeviri: “Ey gönül, bu heves, istek yeterlidir, uçup gitmiş nefes sarf edişlerim yeter.”

Şeyh Gâlib

1757’de İstanbul’da dünyaya gelen Şeyh Gâlib en çok “Hüsn-ü Aşk” mesnevisi ile meşhurdur. Bu eserdeki tüm kişi ve yer adları tasavvufi bir semboldür. Bir manevi yolculuğu Hüsn ile Aşk adlı iki baş kişi aracılığıyla anlatan bu eserin Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki nüshası ise Şeyh Gâlib’in kendi hattı iledir. Şair yukarı beytinde doğrudan sevgiliden olmasa dahi, aşkın hallerinden bir tür bıkkınlık içerisindedir. Eski şiirde idealize edilmiş kişinin dini içerikler dışındaki beyitlerde genellikle padişah olduğunu yukarıda Tanpınar’dan alıntı ile belirtmiştim. Hatta öyle ki eski şiirde sevgilinin kaşları yay, kirpikleri ise oka benzetilir sıklıkla. Bu istiare boşa değildir; zira aşığını bakışlarıyla vurmuş, onun kalbinin içinden geçmiştir sevgili. Ve genellikle divan şiirinde sevgili, aşığına fazla yüz vermeyen, hatta aşığın sevmediği kişilerle iyi anlaşan bir karaktere sahiptir. Bu da aşığın (yani aslında şairin) “fazla naz âşık usandırır” gibi bir süre sonra bıkmasına neden olabilir. Yukarıdaki Şeyh Gâlib dizesinde de bunu görmekteyiz. Ayrıca “ber-hevâ sarf-ı nefes” yani “uçup gitmiş nefes sarf edişlerim” de şu anlama gelebilir: Aşık, aşkın hallerinden o denli yorulmuştur ki, sürekli iç çekmektedir. İç çektiğimizde de aldığımız nefesi hafif sesli bir şekilde dışarı veririz. Bu beyitte aşık, artık bundan da bıkmıştır.

  • Sen ne câmın mestisin âyâ kimin hayranısın / Kendin aldırdın gönül noldun ne hâl olmuş sana

Sözcükler: Âyâ (acaba), mest (sarhoş), câm (kadeh)

Nesre çeviri: “Gönül! Sen nasıl bir kadehin sarhoşusun, acaba kimin hayranısın ki kendini kaybettin böyle! Sana ne oldu, bu ne hal?!”

Nedim

Tüm divan şiirinin en büyük şairlerinden biri olan Nedim, “lâle devri şairi” olarak da bilinir. 1681(?) – 1730 yılları arasında yaşamış olan şair, şiirlerinde genellikle yaşama heyecanını baskın kılar. Ancak hayatını ise aksine; eğlence ve zevk ile pek geçirmemiştir. Döneminin ciddi entelektüellerinden biri olan Nedim’in şiir dili de İstanbul Türkçesidir. Kaldı ki, yukarıdaki beytinde de bugün de hemen herkesin kolaylıkla anlayabileceği ifadeler bulunmaktadır. Beyte bakalım; şair “Gönül!” diyerek kendisine seslenir. Aşığın, pençesine düştüğü sevgiliye olan hayranlığı onun kendisini kaybetmesine neden olmuştur. Divan şiirinde “sevgili”, aşığına fazla yüz vermez, onunla ilgilenmez, onunla aynı meclislerde bulunmaz. Hatta aksine; aşığın sevmediği ortamlara sık girip çıkan sevgili, aşığının haz etmediği kişilerle de sohbet içerisindedir. Aşığın elinden ise pek bir şey gelmez ve tüm bu acılara katlanır. Ancak derinlerde bir yerlerde farklı anlamlar da olabilir; çünkü câm (kadeh) ve mest (sarhoş) ifadelerinin geçtiği beyitte, bir de “hayran” kelimesi geçer ki Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca – Türkçe Ansiklopedik Lügat çalışmasında bu kelimenin üçüncü anlamı “afyon sarhoşu”dur. Dolayısıyla şair burada, eski zamanlarda yaygın olan, birçok yazarın da kullandığı bir afyona gönderme de yapıyor olabilir. Fakat divan şiir geleneğine baktığımızda, bu beyitte de aşığın sarhoşluğunu, kendisini kaybetmesini bir sevgiliye olan hayranlığına bağlamamız çok olası. Ayrıca divan şiirinde ve hatta Cumhuriyet dönemi şiirlerinde de görebileceğimiz bir tekniği burada da görmekteyiz: Cevabı bilinen bir soruya yanıt arıyor gibi gözükme, bilip de bilmezlikten gelme, yani tecâhül-i ârif de bu beyitte görülür.

  • Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su / Kim bu denli tutuşan odlare kılmaz çâre su

Sözcükler: Eşk (gözyaşı), od (ateş), kim (ki)

Nesre çeviri: Ey göz! Gönlümdeki ateşlere gözyaşından su saçma! Çünkü böyle tutuşan ateşlere su fayda etmez.

Fuzûlî

On altıncı yüzyılın ve tüm divan edebiyatının en öndeki birkaç şairinden biri olan Fuzûlî, en çok yukarıda bir beytini de paylaştığımız Su Kasidesi ile meşhurdur. Türk edebiyatının en duygulu ve lirik şairlerinden biri olan Fuzûlî, 1556’da Kerbela’da ölmüştür. Yukarı beyte baktığımızda ise bu satırlar Su Kasidesi’nin de ilk beyti. Önce bir lise talebesi mantığı ile konuya bakmaya çalışırsak bu beyitte birçok söz sanatı görebiliriz. Su ve ateş (od) kelimeleri aynı satırlarda geçerek tezat, gözyaşı suya benzetilerek teşbih, gözyaşlarının gönüldeki ateşi söndürmek için akıtıldığı belirtilerek hüsn-i talil (güzel bir nedene bağlama), “Ey göz!” denilerek de nida sanatından yararlanılmıştır. Ayrıca yürekteki acıların bir ateşe benzetilmesi de açık istiareyi işaret eder. Bu beyitte, şairin akan gözyaşlarını gözün ne kadar büyük bir boyutta “düşündüğünü” de anlayabilir miyiz? Demek o kadar çok gözyaşı akıtılmış ki, gözler de bu kadar çok gözyaşı ile bir ateşin, yangının söndürülebileceğini düşünmüş. Gönüldeki ateş ile kastedilen bir aşk ateşidir. Divan edebiyatında “aşk” çoğunlukla “ilahi aşk”ı ifade eder. Burada da ateşten kasıt maddî bir ateş değildir. Aşkı için çölleri geçmiş olan Mecnun misali (ki birçok şair tarafından yazılmış olan o malum eseri Fuzûli de “Leylâ ile Mecnun” adıyla mesnevi türünde kaleme almıştır) bağrı yanan aşık, akan gözyaşlarının gönül ateşini söndüremeyeceğini belirtir. Aslında beyitte, gözyaşı gönül ateşine derman olma potansiyeli taşıyan bir kavram gibi gözükse de, ikisinin de kaynağında aynı şey vardır, o da aşk ateşidir. Bir başka şekilde ifade edersek; ikisi de birbirinden derman arıyor diyebiliriz.

  • Bir dil mi kalmışdur bu tîr-i gamzeden kan olmamış / Bir cân mı vardur ol kemân-ebrûya kurbân olmamış

Sözcükler: Tîr (ok, mecazen “kirpik”), kemân-ebrû (keman gibi kavisli kaş), dil (gönül, yürek)

Nesre çeviri: Bu gamze okundan kan olmamış bir gönül mü kalmıştır? O keman kaşa kurban olmamış bir can mı vardır?

Ahmed Paşa

Yukarıdaki beytin sahibi Ahmed Paşa, Fatih Sultan Mehmet dönemindeki Türk edebiyatının önemli isimleri arasındadır. Edirne’deki kadılık görevinde Fatih’in dikkatini çekmeyi başaran şair, daha sonra Fatih’in hocası ve ardından veziri olmuştur. Yukarıdaki beyte gelince; divan şiirinde sevgilinin kaşlarının yaya, kirpiklerinin ise oka benzetildiğin ifade etmiştik. Aşığın, sevgilinin fiziksel özelliklerini bu şekilde benzetmesi divan şiirinde sık görülür. Çünkü sevgili bir bakışıyla bile aşığın kalbini ok gibi delip geçebilecek kudrete sahiptir. Burada ilk mısrada sevgilinin gamzesi bir oka benzetilmiştir. İkinci satırda ise sevgilinin kaşları kemana benzetilmiştir. Ve sevgilinin bu etkisini bilip, görüp de gönlü kan olmamış, o keman kaşlara kurban olmamış kimse var mıdır, diyerek şair burada istifham yapar. Sevgilinin kirpiklerinin oka sıklıkla benzetildiği divan şiirinde, bu beyitte sevgilinin gamzeleri aynı benzetme içerisindedir. Burada şu sonuç da çıkabilir; gamzeler gülündüğü zaman bir çukur şeklinde yanaklarda gözüktüğünden, sevgilinin de bir başka kişiyle olan sohbetinde güldüğü, aşığın bu nedenle canının yandığı da söz konusu olabilir. Divan şiirinde, sevgili aşığa fazla yüz vermediği gibi, aşığın kötü gözle baktığı kişilerle de bir muhabbet içerisinde olabilir. Bu nedenle sevgilinin gamzeleri, bir başka kişiyle konuşup gülerken ortaya çıkıyor olabilir ve bu durum, aşığı delip geçen bir ok etkisi yaratabilir.

  • Cihânârâ cihân içindedir ârâyı/arayı bilmezler / O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler

Sözcükler: Cihân-ârâ (dünyayı süsleyen, mecazen “Allah”), mâhî (balık), cihân (dünya)

Nesre çeviri: Dünyayı süsleyen Allah, aslında dünyanın içindedir. Fakat insanlar bu süsleyeni aramayı bilmezler. Tıpkı denizin içinde olup da denizin ne olduğunu bilmeyen balıklar gibi.

Hayâlî

Son satırdaki “derya içredir deryayı bilmezler” sözü bugün de bir atasözü mahiyetinde kullanılıyor. Beytin sahibi Hayâlî on altıncı asır Rumeli şairlerinden biridir. Yukarı beyte baktığımızda; Hayâlî’nin çok meşhur tasavvufî şiirinin başlangıcını görüyoruz. Bu ilk beyit bir bakıma, tasavvufu da tanımlıyor aslında, zira tasavvufta gerçek ve yegâne olan yaratıcıdır. Dünya malı gelip geçicidir ve yaratılmış ne varsa onlar yaratıcının eseridir. Hatırlarsanız, ta en başta Tanpınar’ın divan şiirindeki kastedilen kişinin genellikle padişah olduğunu belirttiğini söyledim. Ancak tasavvufi, dini içeriklerde bu durumun değiştiğini de eklemiştim. İşte bu beyit tam da bu olaya örnek verilebilecek bir anlama sahip. Burada, diğer örneklerdeki gibi, canı yanan aşığın sevgiliye dert yanmasını görmeyiz. Direkt tasavvufi dünya görüşünün, yaşam şeklinin en temel ilkesi olan anlayışa gideriz. Balıkların denizde olup da denizin ne olduğunu bilmemesi gibi, insanlar da kainattaki her şeyin yaratıcısı Allah olmasına rağmen onu bu dünyada nasıl arayacaklarını bilmezler şaire göre.

Bir yorum

  1. İlayda K. İlayda K. 27/04/2021

    Çok güzel derlemişsiniz Mert Bey, kaleminize sağlık çok teşekkür ediyorum.İyi çalışmalar dilerim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir