İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hayaller seyyahı Fuat Sevimay

Sanırım biz bir dosya serisi hazırlayalım derken Özgür’le anı biriktirmeye başladık. Daha doğrusu bugüne dek biriktirdiklerimizi bir araya getiriyoruz; iki çocuğun bilyelerini paylaşması gibi. En parlak bilye hangimizde kapışması bu! Sonunda ikimiz de kazanıyoruz, çünkü çocukların dünyasında hep kazanırsın, yarış yoktur. Ne güzel…

İkinci dosyamızın konusu Fuat Sevimay ve onun çocuk kitapları. İlk dosyamızdan sonra fark ettik ki, biz bir incelemeden fazlasını yapıyor, anılarımızı, çocuk kalbimizin hikâyelerinin kitap kahramanlarıyla buluşmalarını yazıyoruz. Bu sınırı ve sonu olmayan bir yolculuk. Bizimle yürümek ister misiniz? 

Bu kez karşınızda iki çocuk ruhun kaleminden, Fuat Sevimay!

Özgür’ün kaleminden:

Biyografik çalışmalar hem edebiyat hem de sosyal bilimler için çoğu zaman okuyucuların farklı metinlerle buluşmalarını sağlıyor. Günümüz modern dünyasında biri ya da birileri veya edebi eserler hakkında bilgi ararken hiç ummadığınız biyografik çalışmalar, sizi sürprizlere götürüyor. Metinlerle hep bir ilişki halinde olmanızı sağlıyor. Çalışırken masanızın üstü çeşitli eserlerle doluyor. Çalışana kendini güvende hissettiren bir araştırma maratonu gibi. Bu tamamen benim bir eseri ya da yazarı araştırırken duyduğum mutluluk olabilir, ama bence yalnız da değilim. Ne dersiniz? 

Her insanın hikâyesi olmalı ve hikâyesi olan araştırmalar farkındalık yaratıyor; kendi tecrübelerim böyle. Şimdi kendi hikâyemden yola koyularak edebi eserlerini çok sevdiğim bir yazarı anlatmak istiyorum sizlere… 

Geçenlerde bir kitapçıda, Fuat Sevimay’ın Haydar Paşa’nın Evi kitabını görünce yıllar öncesine savruldum. Ta fuar yıllarına… Hemen kitabı alıp okumaya başladım. Yanlış hatırlamıyorsam 2016 yılıydı. Haydarpaşa Garı’nda, Kadıköy Belediyesi’nin düzenlediği kitap fuarında tanımıştım kendisini. Masasının önünde uzun bir hayran kuyruğu vardı, kitaplarını imzalıyordu. Aramızda son derece naif ve kibar bir ilk karşılaşma oluştu. Kitaplardan, fuardan ve tabii ki edebiyattan konuştuk. Sohbetin sonunda imzalı kitabımı da aldım. 

Haydarpaşa Garı’nı yalnız İstanbul’da yaşayanlar bilmez, Anadolu’dan İstanbul’u görmeye gelen sevdalıların trenden inip garın merdivenlerinden baktıklarında gördükleri manzara karşısında büyülendikleri yerdir. Eski Türk filmlerine konu olmuştur ve en önemlisi Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan  Manzaraları eserinin satırları burada başlar. Adeta bir edebiyat dekoru gibidir. Herkesi etkiler. Elbette beni de tüm bu anların duygusu sardı… 

Böyle bir atmosferde, hele bir de kitap fuarında olunca peronlar arasında dolaşmak, kitapları görmek ve seçmek harika bir duygu. Kalabalık oluşundan kitapseverlerin garı sevdiklerini anlayabiliriz. Haydarpaşa Garı herkese güzel şeyler hissettirir. Ben de uyandırdığı hissiyat ise, müthiş. Hiç bitsin istemedim. Keşke zaman dursa diye düşündüğümü hatırlıyorum. Tren garı, İstanbul, kitaplar, söyleşiler, atölyeler, insan daha ne ister ki?

Neden böyle uzun bir giriş yaptım biliyor musunuz? Bazı tatlar, bazı duygular sizi alıp yıllar öncesine savurabilir. Haydar Paşa’nın Evi bakın beni nerelere götürdü. Çok heyecanlı! Dikkatinizi çekmek istiyorum.  Bu güzel kitap, Ankara Mimarlar Odası’nın açtığı Kentimi Okuyorum Çocuk Kitapları Yarışması’nda birincilik kazanmış.

Arka kapağında bakın ne yazıyor?

“Annesiyle gezmeye çıkan çocuğun macerası İstanbul’un simgelerinden Haydarpaşa Garı’ndan başlar. Küçük çocuk, buranın Haydar Paşa’nın evi olduğunu düşünür. Acaba bu kadar kocaman bir yerde yaşayan, bahçesinde trenleri olan Haydar Paşa nasıl biridir?” 

Okuyalım bakalım nasıl biridir?

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, kitabın kapağı ve çizerine kocaman alkış gelmeli, ekip olarak çok güzel iş çıkartmışlar. Hep şuna inanırım, özellikle çocuk edebiyatı diye tanımlanan eserler “takım oyunu” gibidir. Yazarından çizerine, editöründen genel yayın yönetmenine kadar uzanan geniş çaplı çalışmalardır. Başarı takım işidir. 

Kitabın kapağından sonra ilk sayfasını okuyorum. Çocuklar için yazan yazar, eğer yaşadığı kentin simgesel yapılarını genç arkadaşlarına tanıtıyorsa, bu beni çok mutlu ediyor. İlk sayfalarda bunu hissediyorum. 

Ne güzel anlatıyor ve sonra birden, “Haydar Paşa’nın evine, artık trenler gelmeyecekmiş.” diyor. Adeta soğuk duş etkisi! 

Evini elinden almak isteyenler varmış! Kim ya da kimler diye merak ediyorum. Haydar Paşa’nın evi, İstanbullulara ait değil mi? Yanılıyor muyuz hepimiz? Bir an düşünüp ben de aynı soruyu size soruyorum. Haydar Paşa’nın evini, İstanbullulardan ayırmasınlar diye düşünüyorum. Eminim, hemfikiriz bu konuda.

Kitabımızın kahramanı bunun için çalışacağına söz veriyor satırların arasında. Umut doluyorum, doluyoruz. Yazara şapka çıkartıyoruz. Selam veriyoruz.

Kahramanlarına hayal kurduran yazarları çok seviyorum. Hiçbir sınır tanımayan, kuralsız ve özgür hayaller hepsi. Tebrikler Fuat Sevimay!

Vapur yolculuğu, martılarla sohbetler, Kız Kulesi, Sunay Amca, Galata Kulesi ve gönderme yapılan satırlar, hepsi tarihe yapılan gizemli bir yolculuk ve yine mutlu ediyor beni.

Sıra vapur yolculuğunun sonunda Mimar Sinan’a geliyor. Adım adım Süleymaniye’ye geçiyoruz. Yazarın ve kahramanının izinde bizler de yolculuğun keyfini çıkartıyoruz; seyyahlar gibi. 

Görmek için dikkatli bakmalı. Fuat Sevimay, bunun altını çok çiziyor. 

Kapalıçarşı’ya geçiyoruz. Kimseler görmüyor, ama gökyüzünde şairlerin bulutlara yazdıkları satırları okuyorum. Yüzümde hep farkında olduğum bir tebessüm yerini buluyor. Sürprizi sona saklıyorum, onun gibi göz kırpıyorum. Her şeyi biliyorum, farkındayım. 

Belki bir “Şişt…Şişt…Şişt…” sesi gelir diye düşünüyorum. Nasılsa “Hayal Kurmak Bedava” diyor, gülümsüyorum. 

Çoğu hikâyesi yolculuk halindedir, peşine takılıp eğlenmesi pek keyiflidir. Yavaştan gözlerinizi kapatıp ufak ufak uzaklaşırsınız, sizi nereye sürükleyeceği hep sürprizdir. Kitaplarında özgürlük teması çok çok önemlidir. Kendi tarihine, Milli Mücadele yıllarına kadar uzanır. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Geçmişini bilmeyen uygarlıklar, geleceğini oluşturamazlar.” Sevimay, bunu hikâyelerini kurgularken hiç unutmaz, hep yaşatır. 

Hikâyelerinde yaşattığı onca macera, tanık olduğumuz zorluklar ve acılar, özgür, bağımsız bir ülkede yaşamanın önemini ve bu uğurda kaybedilen hayatları hatırlatır bize. Kıymeti bilinmeli ve kendisine bu eserleri için çok çok teşekkür etmeliyiz. 

Hep yazsa çok yazsa, okumak için sabırsızlanan okuyucuları var…

Ha bir de unutmadan, bazı dostlarımız soruyor “James Joyce’un hayat hikâyesini biz gençlere de yazacak mı?” diye…

Damla’nın kaleminden:

Cümleler benim tarafımdan yazılıyor olabilir, ama bazen yazdırtana da özenli bir bakış sunmak gerek. Ben, bu yazıya Hişt! Hişt! sesleriyle davet edildim. Sait Faik’in kaleminden çıkıp Fuat Sevimay’ı bulmuş ve bana ulaşmış bir ses bu! Bu yazı gerçek manada İstanbul’da geçiyor; kalbimin başkentinde. Siz uğrayamadığım semtlerine, dolaşamadığım sokaklarına, iyodunu içime çekemediğim sahillerine de mutlaka uğrayın; taşı toprağı altın olan bu şehri gezmek yetmez, dilerim değerini kitaplarla yeniden hatırlayın. 

Konumuz Fuat Sevimay! Onu, Türkiye’nin Joyce yüzü olarak tanıyoruz. Kendisi bu tanımı bence Benden/İz James Joyce ile taçlandırdı. Şimdi ben, onun çocuk kitapları yazarlığından bahsedeceğim. Ancak sadece Joyce’u kendine arkadaş edinip birlikte bir romanın içinde İstanbul’da gezmeleri bile başlı başına bir çocuk kitabı. Bu muhteşem hayal gücünü düşünme kısmını size bırakıyorum ve keskin bir geçişle bu kez ben, Fuat Sevimay ile İstanbul’da bir geziye çıkıyorum…  

“Haydar Paşa’nın bahçesinde bir sürü treni var.”

Fuat Sevimay’ın da o trenlerin vagonlarından taşan bir hayal gücü; hep kabuğunu çatlatmaya meyilli. Elinde ustaca kullandığı bir taşla ne zaman ve ne sertlikte kalbine vuracağını çok iyi biliyor ki, bence işe önce kendisinden başlıyor. Çat! O sesi tüm berraklığıyla duyuyorsunuz. İşte o vuruşun yankısı sizi bir sonraki sayfaya adeta sürüklüyor. Hep öykülerinde ve romanlarında hissettiğim bu çatlamayı çocuk kitaplarında da bulunca, Sevimay’dan ruhuma doğru bir bütünlük hissediyorum. İşte bu, yazar ve okurun doğru noktada buluştuğunun evrende bir yere önemsiz bir detaymış gibi kaydedildiği o an; ne eksik ne fazla! Bu bir yandan da kimsenin umurunda olmayan çok önemli bir detay. Bir yazarın bir edebi türde verdiği eseri sevebilirsiniz, bu sevgidir, ama her edebi türdeki eserlerini sevebiliyorsanız tebrikler, şanslısınız, doğru yazarla buluştunuz. Fuat Sevimay, onu tanıdığım ilk günden beri benim doğru yazarlarımdan biri. İşte bundan sebep geçen yıl bir röportaj için buluşmamızın, tanışmış olmanın, inceden bir arkadaşlık hissedebilmenin haklı gururunu yaşıyorum. Az önce bahsettiğim şans var ya, işte burada bir adım ötesine taşınıyor. Burası artık dilimi ısırmam gereken yer. Buraya gelmek kolay değildi ve ben, dilimi ısırarak içimden geçenleri aktarmaya devam ediyorum…

Söz etmişken yer vermeden geçemeyeceğim, röportajımızda çocuk kitapları ile ilgili şöyle demişti Sevimay:

“Çocuklara yazmak müthiş bir duygu. Yetişkinliğe dair egolarınızdan sıyrılıp çocukluğun saf bakış açısına erdiğiniz bir süreç. Çocuklara yazmayı ve bu yolla onlara temas edebilmeyi çok seviyorum.”

Şimdi merdivenlerde oturmuş, sakallı bir dede olan Haydar Paşa ile İstanbul’u dinliyoruz. Sevimay da yanımızda. İstemsizce gözlerim kapalı. İstanbul’un gözünle gördüğün değil, kalbinle hissettiğin bir şehir olduğunu hatırlıyor çocuk yanım. Bir anım düşüyor aklıma ve 5 yaşıma dönüyorum. Birden kendimi Kızkulesi’nin karşısında buluyorum. Sözcükler, hafızamdan en tatlı anımın karşılığı olarak akıp gidiyor… Babam bir kartpostal getirmiş bana. Birkaç gün sonra burnumun direğine bırakacağı sızıdan habersizim, âşık oluyorum oracıkta Kızkulesi’ne. Soruyorum, babam uzun uzun anlatıyor hikâyesini ve işte o gün oracıkta, bir gün İstanbul’da yaşamaya karar veriyorum. Çocuğum diye pek ciddiye almıyorlar, ama ben 17 yaşımda bir üniversite öğrencisi olarak geliyorum bu şehre… 

Sevimay, hafızamdaki ilk İstanbul anımı canlandıracak kadar çocuk kılıyor şimdi beni. Evet, bence o iyi bir öykücü, romancı ve çevirmen. Şimdi kalpten söyleyebilirim ki, o bir de iyi bir çocuk kitapları yazarı. 

Ne mutlu ona, ne mutlu hisseden çocuk kalbime, büyümek istemeyen ömrüme… 

İstanbul çok güzel ve çocuk anılarım gün gibi taze. Bununla birlikte yetişkin bir kadın olma yolunda ilerlerken etrafımda değişenlerin de resmini çiziyor Sevimay. Nihayetinde günün sonunda birileri mutlaka katran karası gerçeklere sebep olabiliyor. En karanlık renkler ise, gökyüzüme önce şu cümle ile güçlü bir gürültü bırakıyor: 

“Haydar Paşa’nın evine artık trenler gelmeyecekmiş.”

Tam da bu anda, evimin yolunu unutan insanların ıssızlığı karışıyor o sağanak gürültüye… 

Hayatta her şey toz pembe değil. Kabul etmek gerekiyor ki, siyahın olmadığı yerde beyazın değerini bilmek güç. (Bilenler, konudan bağımsız, ama bence siz de dilinizi ısırabilirsiniz.) Neyse ki Sevimay’ın çocuk kalbinin hafızası, çocuk okurlar ve çocuk yanını yitirmeyenler adına o sözü de veriyor:

“Bunun için çalışacağıma söz veriyorum.”

Sanırım hepimiz gibi benim de umudum işte bu sözde. Bu dosyaları hazırlamaya başladığımızdan beri daha fazla olmak üzere, çocuk kalbimi unutmamak için dönüp kendime sürekli hayallerimi hatırlattığım günler yaşıyorum. Görünenden çok daha fazlası olduğunu, daha dikkatli bakarsak gökyüzünden hayatımıza sallandırdığımız madalyonun tek bir yüzü olmadığını görüyorum. Daha dikkatli bakmadığım, bakıp da görmediğim zamanlarda çocuk kalbimi küstürüyorum ve biliyorum ki, dünyadaki herkes bana sırt çevirebilir, ama çocuk yaşımın sızısına katlanamam. Bu konu üzerine biraz düşünün, bana hak vereceksiniz; siz de katlanamazsınız. Zaten hepimiz dünya denen bu yere çocuk yanımızın bir yudum mutluluğu için dayanmıyor muyuz? İşte Sevimay bu kitapları yazdığına göre, bence katlanmanın çaresini bulmuş; apaçık bize de gösteriyor. 

Onun çocuk kitaplarının hep bir derdi var. “Derdi olmayan yazar mı hiç cancağızım!” der, çok sevdiğim bir çocuk kalp. Portakal çiçeği kokusunda ruhunu bulmuş o çocuk, o kadar haklı ki! Sevimay da çocuk kitaplarında “bir derdi olmanın güzelliğini” anlatıyor işte ve bunu öylesine sıradan, öylesine yalın yapıyor ki, hikâyenin sonuna geldiğinizde aklınızdan geçen şu oluyor: 

“Peki ben bu konu için ne yapabilirim?”

Yazacak çok şeyim var. Cümlelerim uzasın, buradan size doğru aksın istiyorum, ama aslında güneş de her şeyi aydınlatıyor. Onun için yol arkadaşımla gezindiğim şehirde, yine birlikte, bu kez Salacak’ta Kızkulesi’ne karşı oturmuşuz; size içimden geçenleri şöyle özetlemek istiyorum:

Ben de Sevimay gibi Haydar Paşa’nın sakallı nur yüzünü, İstanbul’un ortasındaki kurşun kalemi, Mimar Sinan’ın yaptıklarını, savaşın bizden alıp götürdüklerini, evimizden uzakta kalmak zorunda olduğumuz günleri, özgürlük hayallerimizi, hep bir derdimiz oluşunun bizi kavuşturacağı güzellikleri, gökyüzünde yazanları, bulutlardan fazlası uçurtmaları görmenizi ve kendi hikâyenizi mutlu sonla bitirmenizi diliyorum. Daha dikkatli bakar ve hayal kurmaktan vazgeçmezseniz, bu mümkün. 

Ne de olsa, Hayal Kurmak Bedava

Hişt! Hişt! Bizi duysana!

Yaşamak için ne harika bir yer bir elma çiçeğinin içi! (Lucy Maud Montgomery)

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir