İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İdil Acar ile İlk Romanı “Eskisi Gibi Değil” Üzerine Söyleşi

Yazar İdil Acar’la şahit olduğu gerçek bir hikâyeyi kurguladığı ilk romanı Eskisi Gibi Değil üzerine konuştuk.   

Sevgili İdil Acar, ilk romanı Eskisi Gibi Değil’i Deniz ve Mustafa’nın ikili ilişkisi üzerinden kurgulamış. Zihin, bellek, zaman ve mekân temalarını sıkça kullandığı bu romanda her şey tanıdık. Olaylar, yazarının etrafında ve gerçek mekânlarda gerçekleşmiş. Uzun zaman önce “kurgulanan” bu hikâye de zamanla kendini yazmış. İki kişinin ilişkisi üzerinden evlilik kurumunu da sorgulayan yazar, toplumun gerçekliklerine de bir ayna tutuyor. Sevgili İdil Hanım’la ilişkiler, evlilikler ve belleğimiz üzerine bırakılan izler konusunda söyleştik.

Keyifli okumalar…

– İdil Hanım merhaba! Hep bu soruyla başlarım ve size de sormak istiyorum: Yazdıklarınızın ötesinde, duygularıyla ve bütünüyle İdil kimdir? Sizi siz yapan ve bu hikâyeyi yazdıran İdil hakkında bize neler söylersiniz?

Merhaba. Bir felsefecinin en çok korktuğu sorulardan birini sordunuz galiba. Kimim? Fazla derinlere dalmadan, “Ankaralı bir yazarım,” diyeyim. ODTÜ’de Felsefe eğitimi aldım. Burada okurken estetikle ilgili uzmanlaşmak istedim ve envai çeşit sanat dersiyle haşır neşir oldum. Mezuniyetimin ardından dramaturg olarak çalışmaya başladım ve okuduğum yüzlerce senaryodan sonra ilk kitabım olan Eskisi Gibi Değil’i bir senaryo olması için kurguladım. Henüz senaryo olmadı ama ben de umudu kesmiş değilim.

– Yazdıklarınızda hangi temaları vurguluyorsunuz?

Eskisi Gibi Değil’de olduğu gibi yazdığım diğer metinlerde de zihin, bellek, zaman ve mekân temalarını sıkça kullanıyorum. Bu temalarla ve etik değerlerle ilgili bolca derdim var sanırım. Dertlerimin birazını bile yazdıklarımı okuyanlara geçirebilirsem ne mutlu bana.

Eskisi Gibi Değil’in çok çarpıcı, aslında sarsıcı demeliyim, bir hikâyesi var. Kaybettiği bebeğinin ardından hayata tutunmaya çalışan ve bulanık zihniyle boğuşan karakterimiz Deniz’in hikâyesi. Siz, bu hikâyeyi neden yazdınız? Size bu kitabı yazdıran ne oldu?

Bu hikâyeyi en başta Deniz’in yaşadığı acıya saygı duyduğum için kurguladım. Şaşıracaksınız belki ama Deniz diye biri gerçekten var. Yedi aylık hamileyken bebeğini kaybettiğinde ben de onun etrafında, acısına şahit olan kişilerden biriydim ve bu beni derinden etkiledi. Onun yaşadıklarından yola çıkarak romanı bütünüyle kurgulamış ancak, ana çatışmayı başlatacak olan kazanın bir hafıza kaybı yaratabileceği ya da hafıza kaybı diye bir şeyin gerçekten olabileceğiyle ilgili ikna olmadığım için kaleme almamıştım. Geçtiğimiz yıl yakın çevremden biri kaza geçirip hafızasını kaybedince artık bu romanı yazmak zorunda olduğumu anladım. Kurgusu zaten yıllar önce bittiği için kendi kendini yazdı diyebilirim.

– Bu hikâyeyi yazmış olmak size de iyi geldi mi?

Kitabı yazdığım dönemde her şey çok belirsizdi ve Mustafa’nın hikâyesine ilham veren yakınım hâlâ hastanede yatıyordu. Hafızasını yeniden kazanabilir mi, tekrar sağlıklı bir insan olabilir mi bilmeden yazdım bu romanı. Hakikaten eskisi gibi değiller ama o da Deniz de şimdi sağlıklı ve iyiler. Bu roman onların nelerle mücadele ederek hayata tutunduklarının nişanesi olarak var olmayı sürdürecek. Onlar için çokça acı taşıyor sayfalarında, biliyorum. Ama bence bunu yazmış olmam hepimize iyi geldi.

– Aslında hikâye boyunca şu sorunun yanıtını aratıyorsunuz okura: “Artık tanımakta zorlandığınız bir kişiyi sevmeye devam edebilir misiniz?” İdil olarak bu soruyu siz nasıl yanıtlarsınız?

Edemeyeceğimize inanıyorum. “Sen çok değiştin,” klişesiyle dinamitlenen bütün ilişkilerin altında aslında partnerlerimizin hayat yolculuğumuz boyunca çok değişmeyeceklerine duyduğumuz inanç yatıyor olmalı. Ve maalesef ki değişiyoruz. Kimi çok değişiyor, kimi az değişiyor, kimi tolere edebiliyor, kimi bir şeylerin hatırına katlanıyor. Kimi ise çekip gidiyor. Belki de bu yüzden bir ilişkiyi uzun yıllar boyunca yürütmek zor. Çok zor.

– Kitapta şöyle bir cümle geçiyor: “Bir daha iyi bir şey olmayacak.” Sanırım merak ediyorum; karakterine bu kadar umutsuz bir cümle kurdururken yazarı nasıl hissediyor?

Genel olarak hayatta bir şeylerin çok da iyiye gittiğine inanmam. İyi şeyler her zaman olur tabii ki. Fakat yolculuğumuz “iyi” diye tanımladığımız şeye doğru değildir. Eninde sonunda yaşam ölüme koşar, evren entropiyle bir kaosu kucaklamak ister. “Bir daha iyi bir şey olmayacak,” cümlesi, Mustafa’nın da sezgisel bir şekilde bu gerçeği kavradığına işaret ediyor. Orada Mustafa’ya bir cevap vermek isteseydim “kötü”yle ilgili de çok sınırlı bilgimiz olduğunu, korkmamasını söylerdim.

– Tırabzansız ev! Sizce zengin villaların olmazsa olmaz bir göstergesi mi? O büyük evde tırabzansız merdivenleri üç beş kez hızlıca çıkıp inen Mustafa’nın bir sokak merdiveninden düşüp sakatlanmış olmasında neye işaret ettiniz?

Galiba öyle. Kitaptaki bütün mekânlar gibi, bu ev de gerçekten var olan bir evdi. O merdivenlerin şıklığını ve hemen altındaki minik kapılı çamaşır odasını aklımdan çıkaramadım hiç. Ev resmen bilincin katmanlarının bir temsili olarak karşıma dikilmişti. Bu nedenle de kitapta çok geniş yer verdim. Mustafa’nın sokaktaki merdivenlerden düşüşü ise çok ani, çok sıradan, tam da olması gerektiği gibi. Gerçek hayatta da büyük kazalar böyle sudan sebeplerle olmaz mı zaten? Bir sabah erkenden işe gidersin ve buzda ayağın kayıp düştüğün için kalçanı kırarsın. Her insanın böyle hikâyeleri vardır. Bir de şu temsil var ki çok hoşuma gidiyor. Evin merdivenleri Deniz’in bilinç ve bilinçaltı arasında bir köprü olduğu için Mustafa’nın da burada hızlı ve rahat olması normal. Deniz’in gerçeklikle bağları koptuğunda aynı merdivenler Mustafa için bir tuzak olacak.

– Bazen bir bebeğe bağlanan evliliği kurtarma umutları romanda yok. Yani evliliği kurtaracak bebek değil de romandaki ölü doğan bebek. Deniz, bebeğinin ölü doğmasını bir yeniklik olarak mı görüyor?

Deniz gerçek bir modern insan. Hayatındaki her şey başarıya endeksli. Başarının verdiği tatmin hissi ortadan kalkınca ise keskin bir bıçak. Doğacak çocuğu o lüks evde yaşamasının garantisi olarak görmesi bile anneliğe yaklaşımının ne kadar yanlış olduğuna işaret ediyor. Çocuksuz aile olunmayacağına ve bu yüzden elindekileri kaybedeceğine dair bir inancı var. Bu inanç, iyi bir evliliğin de mahvolmasına neden oluyor. Üç çocuklu ve bu çocuklara iyi bir hayat sunamamış ailesinden böyle bir inanç devşirmiş bilinçaltına. Bakış açısının ne kadar sorunlu olduğunun da farkında değil.

– Deniz ve Mustafa karakterleri üzerinden evlilik rollerini sorguluyorsunuz ve bunu yaparken çevrenizdeki evliliklerden yararlanmışsınızdır diye düşünüyorum. Peki, şu özelliği de romanda işleseydim dediğiniz bir gözleminiz oldu mu?

Bu romanın kurgusunda bir yer bulamazdı ancak Deniz’in o bebeği doğurduğu alternatif bir yaşamı anlatmayı ve o dünyada da Deniz’in farklı bir karakter olmayacağını göstermek isterdim. Bana kalırsa Deniz, kolayca annelik yapabilecek biri değil. O bebeği doğursaydı da bir lohusa depresyonuna girer ve kendini yine karanlık bir yolda bulurdu. Bebekler, rahme düştükleri anda annelerinin hayatını geri dönüşsüz bir şekilde etkiliyor. Var olması da olmaması kadar zor bir durum. Çocuklu hayatı Deniz’in de Mustafa’nın da deneyimlemesini isterdim. Bir bebeğin varlığıyla da evliliği nasıl değiştirebildiğini ancak çocuklu insanlar bilir.

– İdil Hanım, evlilik sizce nasıl bir şey? Bir sözcük ya da hayatımıza yerleşmiş duygusal bir yanı da olan bir kurum olarak nasıl tanımlarsınız?

Evliliği bütün romantik tanımlardan azade bir şekilde kurumsallaşma olarak görüyorum. Zaten “evlilik müessesesi” diyor olmamızın bir nedeni vardır illa. Bireyselliğin ölümü ailede başlıyor, evlilikle perçinleniyor. Çünkü kurumsal yapılar bireyselleşmeyi sevmez. Bu kurumsallık günlük hayatta saygınlık, devlet tarafından tanınma, maddi imkânları yasal olarak bölüşme gibi pek çok avantaj getirdiği için düzenin tıkır tıkır işlemesine de hiç şaşırmıyorum. Ancak henüz birey olamamış insanların evliliği bana kalırsa çok tehlikelidir ve pek çok bunalımın fitilini de bu ateşler. Her aşk hikâyesinin mutlu sonu evlilik olmak zorunda değildir. Ve eğer iyi bir evlilikten söz edeceksek; o çatının altında birey olarak kendilerini gerçekleştirmiş, zihnen sağlıklı insanlar bulunmalıdır.

– Aileyle yüzleşmeyi romanda inatçı, bencil ve ihtiraslı bir karakter olan Deniz üzerinden vermişsiniz. Deniz’in, annesinin ve babasının yüzlerine haykırarak öfkesini kustuğuna tanıklık ediyoruz. Sizce hayatta da yüzleşmeler böyle mi olmalı? Yaşamayı öğrenmek böyle bir şey mi?

Deniz, insanlığa örnek bir karakter olmadığı için onunla ilgili “Doğru yaptı, yanlış yaptı,” gibi hükümlerde bulunmak istemem. Yine de böyle keskin bir şekilde olmasa da hayatta yüzleşmelerin olması gerektiğini düşünüyorum. Mustafa gibi nazik, düzgün ve beyefendi bir insanın annesiyle yüzleşmekten kaçınmak için yanlışları görmezden gelmesi doğru değildir mesela. Kardeşinin itilip kakılmasına göz yumması doğru değildir. Bunu yapabilecek tıynette birinin ”iyiliği” her zaman sorgulanmalıdır. Ve bir gün Mustafa’nın kendi annesiyle yapamadığı yüzleşmeyi Deniz yaparsa, bunu Deniz’in ihtirasına değil dürüstlüğüne yormalıyız.

– Babasının işi üzerinden çocukken yaşadığı travmaların, Deniz’in yaşamında ezilenlere karşı duyduğu sempatinin oluşmasına ve haksızlıklar karşısında duruşuna tanıklık ediyoruz. Deniz’in karakterinde belki de en önemli detaya dönüşen bu durum, aslında Mustafa’yla ilişkilerinde de en önemli yerde duruyor sanırım. Siz de böyle yorumlar mısınız? Bu konu üzerine neler söylersiniz, merak ediyorum.

Bu ilişkide Deniz’in bir açmazı var. Hem paraya ve onun getirdiklerine bir açlık duyuyor hem de bu parayla doğal olarak alabileceği, hayatını kolaylaştıracak hizmetleri travmaları yüzünden alamıyor. Çünkü kendisine hizmet eden insanlara karşı engel olamadığı bir sempatisi var. Aynı sempatiyi bu travmaların kaynağı olan babasına ise asla gösteremiyor. Bu yara geçen yıllarla birlikte kangrene dönüyor. Belki bu kadar zengin olmasalar Deniz de bu çatışmaları az yaşayacağından daha dengeli ve huzurlu bir insan olurdu. Burada kendine şunu itiraf etmesi gerekirdi: Para hiçbir şeyin çözümü değildir. Parayla huzur alamazsın, aile alamazsın, ölen çocuğunu geri getiremezsin. Paran var diye mutlu olamazsın.

– Romanı sonlandıran Deniz’in Mustafa’yı itme hamlesi, bana sanki kitabın devam edeceğini ve her şeyin burada bitmediğini hissettirdi. Devam edecek misiniz bu hikâyeyi sürdürmeye?

Bütün bir roman doğru sesi bulmak için akort edilen bir telin gerilme haliydi. Deniz, Mustafa’yı itti çünkü doğruyu bulamadı. Tel çok gerildi ve koptu. Bundan sonrasında benim anlatabileceğim bir şey yok. Ben sadece Mustafa düşene kadarki süreçte yaşananları anlatmak istedim. Romanın devamı gelmeyecek. Bu da kitabın alamet-i farikası.

– İkinci romanınız ne olacak? Yazmaya başladınız mı?

Evet. 60 sayfalık bir ön taslak olarak, kurgusu bitmiş vaziyette bekliyor. Artık detaylarını çalışacağım. Temada yine bir sorum var: “Sonsuza dek yaşamak ister misiniz?” Sanırım yine gerçekçi bir yanıtım olacak.

*

KÜNYE:

Eskisi Gibi Değil

İdil Acar

KaplumbaA Kitap

144 Sayfa

KİTABA GİT!

Bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir