İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Mehmet Güreli: Müzisyen, Yazar, Yönetmen, Ressam, Bir Sinema Tarihçisi ve Cihangirli!

Hayriyem Zeynep Altan

Beni yıllar önce Mehmet Güreli’nin varlığıyla buluşturan bir resim olmuştu aslında. Onun “Hayaller ve Sokaklar” adlı öykü kitabının kapağını süsleyen resmi ve kitabın adını oluşturan imgeler. Sonra öykünün içindeki yazarlığı… Yanılmıyorsam, 2010 yılıydı. O tarihten bu yana şarkıları olsun, yaptığı röportajlar olsun, kocaman gözleriyle bir yerlere bakarken yakalanan kadınlarıyla olsun, kendisini takipteyim. Sanatın en sevilen alanlarına bir ahtapot gibi kollarını uzatmış, her birinde yaratmanın ve yarattıklarını paylaşmanın esrikliğine sahip bu insanı yakından tanımak için; bir cumartesi günü kapısındayım. Telefon konuşmamız sırasında, dakik bir adam olduğunun altını adeta kırmızı kalemle çizmiş olduğundan, 25 dakika öncesinde Cihangir’deyim. Buralara ayak basmayalı çok zaman olmuş. Yeni Savoy Pastanesi’nin önünden geçerken, bir şeyler alıp götürme arzusuna kapılıyorum. Henüz tanışmadığınız birine yiyecek götürmek ciddi bir samimiyet gerektirir, vazgeçiyorum. Diğer yandan, ilk kez evine gidilen kişiye bir şey götürmek, eski bir İstanbul geleneğidir. Birinin mahremiyetine, belli sınırlar içinde de olsa, davet edilmeye karşı gösterilen bir saygıdır, hediye. Mehmet Güreli’ye iki kitabımı vereceğim. Kitapların çantamdaki varlıkları beni rahatlatıyor. Pastaneyi sağımda bırakarak yukarıya doğru çıkıyorum. Yürürken, babamın bana huşu içinde anlattığı Cihangir’i düşünüyorum ve dinliyorum onun sesinden. Cihangir Yokuşu’ndaki Altan Apartmanı bizimdi bir zamanlar. Fransız bir mimarın yaptığı bu binayı Dedem Muharrem Altan 1940 yılında satın almıştı. Babamın çocukluğu ve gençliği buralarda geçmişti. Ben genç kızken, apartman hâlâ bizimdi ve nadiren de olsa, en üst kattaki daireye çıkar, balkonundan bakardım. Denizin üzerindeki gemilerin geçişine, martıların çığlıklarına hayran kalırdım. Cihangir, bir zamanlar, İstanbul’un bir tepeden kendine seslenişiydi. Çok sesli bir melodiydi. Müziğin o çok sesliliği içerisinde notaların birbiriyle kucaklaşmasıydı. Cihangir; Rum’du, Ermeni’ydi, Yahudi’ydi, Türk’tü. Müslüman’dı, Hıristiyan’dı. Birbirini tutan notalar gibi, bu insanlar da birlikte yaşardı. Eskiden. Cihangir, bir yokuştu: Adı, Cihangir yokuşu. Cihangir, bir yokuştu: Adı, Tavukuçmaz. Cihangir bir yokuştu: Adı, İtalyan yokuşu. Cihangir bir sesti, içimizden çıkan. Sevgiyle donatılmış bir sesti. Geceleri başka, gündüzleri başkaydı. Cihangir yağmur yağdığı zaman bir alemdi: Güneşli Sokak’ta patlayan yağmur parkın önünden ve diğer sokaklardan gelir, gelir ve Cihangir yokuşunda bir dere olurdu ta ki Salı Pazar’ına kadar. Akardı gürül gürül. Cihangir kıştı; kar yağardı. Hele yokuşlarından çıkmaya kalkarsan, düşerdin. Cihangir’de bahar pek güzeldi; erguvanlar açardı. Cihangir camisinin bahçesindeki o ıhlamur ağacından gelen kokular seni mest ederdi; yokuşu kokudan çıkamazdın. Cihangir ezandı. Hoca Baba’nın merdivenleri tırmanıp o tek minareli camiden ezan okuması bir başkaydı; arkasından evine gidip de sabah ezanından sonra, güneşin doğuşunu neyiyle beraber karşılaması bir başka alemdi. Burası cennet miydi? Cennet değildi ama, insanı sarıp sarmalardı sevgili gibi. Bir denizi vardı, bir fırtınası vardı, Marmara’sı vardı, gemileri vardı. Topkapı’sı vardı. Cihangir’de çok da güzel içilirdi. Cihangir güzellikleriyle, aşkıyla içirirdi insanı. Aşık da olunurdu Cihangir’de. Konaklar vardı dizi dizi. O taş binalar konmadan önce. Arasta evleri vardı Rumların oturduğu. Ekalliyet dediğimiz kişilerin oturduğu. Hepsi de komşumuzdu. Madam Teresa, Madam Korona, Madam Luna dostlarımızdı. Piyanolarının sesleri kulaklarımızı doldururdu. En güzel likörlerini ikram ederlerdi. Bir Cihangir vardı, 6 Eylül’e kadar. Birbirine yaslanmış hayatlar yaşayan güzel insanlar vardı. O kötü günde kalplerimiz kırıldı. O günleri anmak zor. O günler bir lekedir Cihangir’de. Karşı komşumuz Pamuk Hanım’ın konağından bir mor salkım çıkardı en azından 120 senelik. Dev bir piton yılanı gibi; yan komşuların konaklarını sarar, konakları dolaşır da dolaşırdı. Baharda konakların önünden mor bir sel akardı. Sarhoş olup da geçerdin Kumrulu sokaktan. Sonra bir dozer geldi, Pamuk Hanım’ın konağını yerle bir etti. Çok geçmeden ilk ruhsuz binayı diktiler yerine: Mavi mozaikli çirkin binayı. Herkes ağladı, kimse durduramadı. Mor salkımların gidişi gibi, bir Cihangir yok oldu. O Cihangir’den bir izlenim kaldı bize. 

İşte kafamın içinde, ruhumda, babamın anlattığı bu Cihangir’le buluşuyorum; adımlarımı bilmediğim bir adrese doğru atarken. Farkında olmadan, atalarımın yürüdüğü yollarda kendime rastlıyorum. Hayatın gürültüsünde, kaba telaşında kaybolmadan önce; şarkılarımız vardı. Birine seslenir gibi doğal; üzerine tam hakkıyla bastığımız notalar vardı içimizde. Teyzemin sesi vardı, radyodan gelen şarkıyla dans ederek odaları dolduran. Ve benim sesini dinleyemediğim kemanı vardı, anneannemin. Bir gazelhandı 18 yaşında Çanakkale’de kaybettiğim dedem, hem de Selanikli bir terziydi. Ve Göztepe’deki evimizde piyano çalardı babam, annem mırıldanırdı. Bir çoğumuzun hayatında kırık kemanlar var, hiç doğmamış çocuklar, layıkıyla sevilmemiş kadınlar ve özgürlüğü; dizinde kösele döverek, “patuma kazuma usulü dikişle” ayakkabı yaparak bekleten adamlar. Hepsini içimde taşıyorum; kalbimde ve kalemimde. Benim kanatlarım, kalemim! Bugün, 6 Temmuz 2019, Cihangir semalarındayım. Hem endişeli hem heyecanlı, çalıyorum zilini Güreli’nin tam vaktinde; saat 14’ü gösterirken. “Sivri köşelerim yok.” diyen, ama pek çok cümlesinde o köşelerin gölgesine rastladığım; gülerken etrafa çocukluğu saçılan Güreli, gülümseyerek içeri davet ediyor beni. Ruhlarımız birbirine dokunup da varlığımızı selamladığında, başlıyoruz derin bir sohbete: 

– Yönetmenliğini yaptığınız “Dört Köşeli Üçgen” filminden başlamak istiyorum. Dayınız Salah Birsel’in 1957’de tamamladığı aynı isimli romandan bir uyarlama, filminiz. Çok güçlü imgeler var içinde: Yağmurda ıslanan takım elbiseli adam, uzun uzun geçen tren, keskin perspektifli yol ayrımları, sinema salonu, projektör ışığı, odalar, kapılar, pencereler, ayna, İstanbul sokakları, sigara dumanı, özellikle sigara içen adam imgesi. Filmin kahramanı flanörlük yapan, gözlemci bir adam. Ara sıra seyircinin gözünün içine bakarak “Ben uluslararası bir gözlemciyim.” diyen yalnız bir adam. Mehmet Güreli bu imgelerden hangisi ya da hangileri üzerinden tanımlar kendini? 

– Aslında romanla buluştuğum kimi yerler var. Bu imgeler benim her filmimde olabilecek şeyler. Hepsine çok yakınım. Sigara mesela. Dostu olmayan bir insan için anlatılacak en güzel metafordur. Özellikle orada “Gauloises” sigarasını kullandık. Ağır bir sigaradır. Benim ilk sigaraya başladığım yıllarda elime geçmişti. Onun kokusu bana mutluluk rüzgârları estirirdi odalarda. Sonra 19 yaşında Paris’e gittim; sanki Paris Gauloises kokusuyla doluydu. Bütün her yerde Gauloises içiliyor gibiydi. Gauloises, Gitanes çok ağırlıkta olan sigara parfümlerinin kokusuydu. Parfümdü yani. Oralara yolculuklar yapıyorsun kokularla. İşte böyle yalnızlığını duyuruyorsun adamın. Onun aslında yanlışları bile doğru gibi gelebiliyor insana. Dolaşıyor İstanbul’da. Hep bir şey arıyormuş gibi. Aslında belki de hiçbir şey aramıyor. Hayatı, dolaşmak adamın. Böyle insanlar da vardır. Bir yere gidiyor zannedersin. Bir yerde okumuştum. Diyor ki; “Bir kara kedi geçiyorsa, bunu hemen uğursuzluk olarak yorumlamayın. Belki de bir yere gidiyordur o kedi.” Bu bakışla eğildiğim yerler var. Salah’ın o dünyasını değiştirmediğimi düşünüyorum ama, bir yorum kattığımı da söylemeliyim. Kitabın satır aralarında dolaşmaya çalıştım. Çünkü kitap aslında çok da sinematografik değil. Ben roman yazılırken, yanı başındaydım Salah’ın. Ne yazdığını elbette bilmiyordum. Ufaktım. Birkaç sene sonra ilk baskısını aldım. Salah her kitabını imzalardı bana. Bir Salah arşivim var. Sinema defterlerini de bana bıraktı. O, benim için aslında o kadar fazla önem taşıyan bir insan ki! Anlatmaya bile gücüm yok. Anlatamayacakmışım gibi geliyor birdenbire. Böyle milyonlarca anı… Ondan aldığım referanslar birdenbire odayı dolduruyor. 

– Anladığım kadarıyla bu, kan bağından kaynaklanan bir miras değil. Tamamen sizin onunla kurduğunuz ilişkinin mirası. 

–  Bu, entelektüel bir yolculuk beraber yürüdüğümüz. Yani ben onun entelektüel yolculuğuna bir çocuğun gözüyle katılmış ve daha sonra da katkılarıyla bir şeyler yapmaya çalışan bir adam gibi hissederim kendimi. Bir sürü yerde onun etkileri var. Sevmediğim bir şeyi yapmaya çalışmadım hiç hayatımda. Önce bir ilişki kurmam gerekiyor kitapla. Kahramanlarla konuşmak gibi. Ben kahramanlarla konuşuyor gibiyim aslında kendi kendimi. Yani onları tanıyorum. Onlara çok büyük bir şeyler ilave etmek yerine, onlar kendilerini ifade ediyor gibi oluyorlar. Çalıştığım oyuncular da benim seçtiğim, sevdiğim insanlar. Onlarla da çok kolay çalıştığım için, bazen iyi sonuçlara vardığımı söylüyorlar. Yani oyunculuk yönetmenlik ilişkisinde. 

– Filmden devam edersek; bir sinema biletinin iki kere basılmış olması üzerine tartışan adamların olduğu bir sahneden söz etmek istiyorum. Gözlemci, koltuğunda oturmakta diretiyor. Son anda gelen diğer bilet sahibi de ısrarla o koltuğu istiyor ve kavga çıkartıyor. Bu sahneyi izlerken, aklıma; sizin bir röportajınızda söylediğiniz cümle geldi: “Sevimli bir insanın yürürken diğer insana omuz atmasının imkânı yok bence.” Oradan yola çıkarak şöyle sormak istiyorum: Hakkını ararken sevimsiz hale gelmemek, hakkını aramaktan daha mı önemli sizin için? 

– Ben, yok olmayı seven insanları seviyorum galiba. Gürültücü, patırtıcı adamları sevmiyorum. Kendi dünyasını koruyan, ama o sırada belki dünyasını kaybeden bir adam benim için kayıp da değildir aslında. Mesela çöle gidiyorsun. Diyorlar ki; “Nereye gidiyorsun ya? Çölde ne var?” Belli bir şey yok. Ama çekmek istemiyorsan eğer hayatın o bölümünü, çöle gitmekte de bir sakınca görmeyecek insanlar. Bu insanlardan, kendini yok edenlerden biri de Nietzsche mesela. Bu tip insanları daha önemli buluyorum. 

– O bilet sahiplerinden birini yani gözlemciyi biraz kayırıyorsunuz gibi. Değil mi?

– Ama o Salah’ın da kayırdığı şeylerden biridir. Bazı anlamsızlıklara anlam yüklüyormuş gibi yapar romanda. Mesela hayat içinde tasvip etmediği bir şeyi de yükleyebilir birine. Yani romanın içinde kahramanlara dağıtılan, böyle negatif bulduğu şeyler de olabilir. Mesela, akılla ilgili çok gönderme var romanda. Filmde bunları eritmeye çalıştım. Bir çok yeri yoruma açık. Bazı değişiklikler de yaptım ama, onların altını pek de çizmek istemiyorum. İzleyenler karar versin. Ben böyle çok konuşmalar yaptım bir yerlerde filmden sonra. Çok farklı okumalar da var filme dair. Ne anlıyorsa insanlar, o da doğrudur gibime geliyor. Ayrıca roman da zor bir romandır zaten. Başkası başka bir şeye dönüştürebilirdi. Ben romana bağlı kaldım. Bağlı kaldığım için de zor oldu. Yazı ile sinema bambaşka şeyler. Daha anlaşılır bir şey haline getirme ucuzluğuna kapılmamaya çalıştım. O yüzden film zorlanıyor ve izleyiciyi zorluyor. Zorlamalı da zaten. Filmin sonunu değiştirdim, mesela. Şimdi sonunu değiştirdim demek bana mı düşer? Keşke Salah da burada olsa, müdahale etse. Ne güzel olurdu! 

– Filmde özgürlük ve karnını doyurmakla ilgili bir diyalog var gözlemci ile mesai arkadaşı arasında. Gözlemci şöyle diyor: “Gözlem yapmak insanın en büyük özgürlüğüdür.” Arkadaşı da şöyle yanıtlıyor onu: “Bir baltaya sap olamadığın için böyle diyorsun.” Filmin alt metninde Paul Lafargue’ın “Tembellik Hakkı” olarak nitelendirdiği; salt var olmaktan kaynaklanan özgürlüğe bir övgü var gibi. Siz böyle okunabilecek bir göndermeyle hareket etmiş olabilir misiniz? 

– Cümleler birbirinin karşısında söylenmiş gibi de olsa, hepsi ayrı ayrı bir şeyi temsil ediyor filmde. Tek bir görüş hakim değil. Anlatabiliyor muyum? Burada aylaklık söz konusu. Yalnız bir adam esprisi var. Yeraltı adamı söz konusu. Aslında kahramanımızı da bir “anti-kahraman” olarak düşünebilirim ben. Mesela, çok ters bir şey de yapıyor; kadınlar tuvaletine giriyor. Arkadaşının sevgilisini gammazlıyor. Bunlar negatif unsurlar. Ama romanın içinde de böyle şeyler vardı. Özünde ele avuca gelen bir karakter değil, bu adam: Dünyanın herhangi bir noktasından dünyaya bakan insanların toplamı diyebiliriz. Tek bir şeyin altını çizmemek gerekiyor. Çok olumlu gibi görünen bir şey biraz sonra karşımıza olumsuz bir şey olarak çıkabilir. Biz aslında olumluyu da sorgulamalıyız, olumsuzu da. Ana tema bence bu. Yani, her iki tarafı da dinleyecek kadar açık olmalıyız dünyaya. 

– Böyle bir açıklığı ifade edebilecek çok zengin bir bakış açısına sahip olmanızda okuduğunuz kitapların payı büyük olmalı. Oturacak yer olmadığından şikâyet edebilirsin, demiştiniz odaya girdiğimde. Bir başkası olsa belki hayıflanabilirdi. Ama bence, bir hazinenin ortasındayız birlikte. Biraz anlatır mısınız tüm salonu kaplayan bu kitapların hikâyesini? 

– Birdenbire, ilk görüşte aşk gibi bir şey. Bir ara öyle bir delilik yaşadım ki, bir baktım bankada para kalmamış; hepsini amazona vermişim. Neler neler gelmedi ki amazondan! 30 yıldır aradığım filmler, cd’ler, kitaplar. Resim kitapları, sinema kitapları. Evde yer kalmamıştı koyacak. Bir çocuk geliyordu kargo şirketinden. Hep aynı kişi geliyor, her gün bir kutu getiriyor. İşte o ara, delirdiğim zamanlar… Bana dedi ki; “Abi, sana bir şey söyleyeceğim. Kızmazsın inşallah!” Söyle bakayım, dedim. “Bu kadar yere, her gün binlerce kutu getiriyorum ama senin kadar sevineni görmedim.” dedi. Kapıyı açtığımda, yüzümde bir ifade görüyormuş; gözlerim fena parlıyormuş. Doğrudur! O kadar çok seviniyorum ki yeni kitapları, filmleri görünce, anlatamam. Sinemaya da, edebiyata da bağlılığım derin. Bana bir gün dergi teklif ettiler: Gazeteciler Cemiyeti’nden “Dergi çıkaralım” diyen iki adam geldi. Sözleştik, buluştuk. Benim de bir dergi vardı elimde, koydum masaya. Rakı içiyoruz. Bardağını benim derginin üstüne koydu mu adam? Dedim ki; “Sizle dergi çıkarmam!” “Niye?” dediler. “Bunun üzerine bardak koyan adamla dergi çıkarılmaz!” dedim. “Bu kadar takıntı olur mu?” diye çıkıştılar şaşırarak ve gücendiler biraz da. Takıntı değil, dedim. “Bu da benim için bir tabu.” Evet, böyle ince göstergeler pek çok şey söyler insana.  

– Hem prensipli hem de yaratıcı bir kişi olduğunuzu çalışmalarınızdan biliyoruz. Sanatın pek çok alanında yaratıcı eylemde bulunuyorsunuz ve nitelikli ürünler veriyorsunuz. Bir psikoterapist edasıyla sormak istiyorum: Sabah yatağınızdan kalktınız, tekrar oraya dönene kadar bir gününüz nasıl geçiyor? 

– Yataktan kalkmıyorum, düşünüyorum akşama kadar diyecektim. Demeyeyim. (Gülüyor) Sabah kalkıyorum. On buçuk, on bir gibi. Ancak 9.17’de telefonum çalar. Uyandırma alarmım kurulu. Uyanırım. Bir on saniye, aklımdan şöyle geçer: “Bugün nasıl bir gün?” Yani acil kalkmam gerekiyor mu, gerekmiyor mu gibilerinden. Artık otomatik bir şey. O sırada diyorum ki, “Yat aşağı! Bir şey yok.” Bir şey olmadığı zaman, saat on biri buluyor rahatlıkla. Bazen okumaktan perişan yorulurum, gözüm bitmiştir. Ya okuyorum ya film izliyorum. Gece yarısı saat 6’da kalkıp resim yapıyorum. Öğleden sonra gitar çalıyorum. Gitar çalmadığım bir gün de pek yok. Her gün de resim yaparım. Bazen suluboya yapıyorum, bazen yağlıboya. Bunları oturduğum yerde yapıyorum. Mesela, şu yüz sayfalık defter dolacak. Bunlar, belki 5 senede dolacak. Sen sıkılmadın mı hâlâ dinlemekten? Benim hikâyelerim böyle anlatılırsa güzel olabilir. Ama yazıya geldiği zaman, absürt bir şey oluyor.

– Kendinize kılavuz olarak seçtiğiniz bir düşünce, bir anlayış var mı? 

“Hayatta ne ekersen, onu biçersin.” Benim mottom, bu. Elia Kazan mesela. Ektiğini biçenlerden. Ama olumsuz anlamda. Biliyorsundur, belki: Elia Kazan İstanbullu bir yönetmen. İstanbul film festivalinde jürideydim o zaman. Birlikte oturup bir yemek yedik. Sıkıntısını yüzünden okumak hiç zor olmadı. Atamamış yüzünden yıkımı. İhaneti, adama dostlarını kaybettirdi. Pek çok dostu gibi, Arthur Miller de affetmiyor onu. McCarthy döneminde bazı adamları komünist diye içeri atıyorlar: Bazılarını da işsiz bırakıyorlar. Bazıları kaçıyor. Hatta bir on yönetmen vardır ki, onlar ciddi hedef oldular. Bunların içinde, sonradan ideolojilerinden dönenler de var. 1938’de kurulmuş olan Amerika Karşıtı Faaliyetleri Soruşturma Komitesinin eylemleri sonucunda bir çok insan telef oluyor. Amerikan Komünist partiye üye, bunlar. Elia Kazan da oraya üye olmuş zamanında. “Toplantılarda kim vardı?” diye soruyorlar. O da isimleri tek tek sayıyor. Affedilmeyen şey, bu. Herkesin başına bir iş açılıyor. Düpedüz ihanet! O zamanlar Hollywood’un en iyi yönetmenlerinden biri sayılıyor ve hakikaten de öyledir. Ama, ondan sonra, ruhunu kaybediyor; İhtiras Tramvay’ını, Rıhtımlar Üstünde’yi yaptığı zamanlardan sonrası düşüş. Böyle öbür tarafa geçen kişiler var tarihte. Acıklı da gelir bana. İnsanoğlu kendini taşıyabilmek için inkâr mekanizmasını kullanıyor gibime geliyor. İstediğin kadar kullan! Arkadaşlarını ihbar edersen, istediğin kadar kendini savun! Arthur Miller de sana selam vermez, bir başkası da. Yuhalanırsın! Yanlış yere de yuhalanabilirsin ama, orada o bu nedenden dolayı yuhalandığını bilir. Kazan’ın kitabını okuyorsun, hâlâ kendini savunuyor. Epey uzun da yaşadı. Kendisiyle hesaplaşması uzun sürmüştür. İhanetin ve suçun hikâyesi, bu!

– Tam bu noktada sormak isterim: Mehmet Güreli’nin en sevdiği suç filmi, ilk aklına gelen hangisidir?

Jean-Pierre Melville’in “Kiralık Katil” filmi. Filmin kahramanı bir kiralık katildir. Adamın bir kuşu vardır. Senin başına bir şeyler geldiğini anlatıyor gibidir. Evine gelir, birileri girer. Kuş sesi acayip çıkmaya başlar. “Sen tehlikedesin” demek istiyordur çıkardığı seslerle. Mesela, burada; o kuşun ölümünü anlatır film. Bana sorarsan, Alain Delon ile kuş arasındaki yakınlığın şiirini yansıtır film zaman zaman. “Samurayın yalnızlığından daha büyük bir yalnızlık yoktur, belki ormandaki kaplanınki hariç.” diyen bir alıntıyla başlar, film. Melville çok büyük bir yönetmendir. Ona şu anda bile, gözümden yaş gelecek kadar saygı duyuyorum. Hayata dokunan, temas eden insanlardan biri. Benim sevdiğim insanlar bunlar aslında. Van Gogh’u niye seviyorum? Van Gogh’u sadece sanatıyla değil, insanlığıyla, tutkularıyla seviyorum.  

– Van Gogh’u ben de çok başka severim. Bu sene vizyona giren “Sonsuzluğun Kapısında” adlı filmi izledim. Farklı bir Van Gogh yorumu yapılmış, beğenemedim. Onun hayatını anlatan en iyi film hangisidir sizce?

– Van Gogh’u en iyi anlatan film Anthony Quinn ile Kirk Douglas’ın oynadığı filmdi. “Lust for Life”: Ölmeyen İnsanlar. 1956 yapımı bir filmdir, çok güzeldir. Vincente Minelli’nin yani Lisa Minelli’nin babasının yönettiği bir filmdir. Bir film daha söyleyeceğim Van Gogh’la ilgili: Maurice Pialat’nın yönettiği bir film. 1991 yapımı. Adı: “Van Gogh”. Ve son olarak yönetmenliğini Paul Cox’un yaptığı “Vincent” adlı film var. 1987 yapımı bu film; Van Gogh’un mektuplarıyla yaşadığı, gezdiği yerler arasındaki örtüşmeleri yansıtan belgesel tarzında bir yapıt. Anlatıcı, John Hurt. Ressamı canlandıran oyuncu ise Jacques Dutronc.   

– Sanatla uğraşan insanlar bir başka değil mi? Daha yaşanılası bir dünyanın anahtarı, her biri sanki. Siz çok yönlü bir sanatçı olarak sanatçının varlığını nasıl değerlendirirsiniz?

– Sanatla uğraşanların insan olabilmekle ilgili duyarlılıkları daha fazla olabilir. Hiç uğraşmayanların farkındalıkları, hayata dair hassasiyetleri daha kolay zayıflayabilir. Çello sesi ile büyümüş bir çocuk düşün. Diğer tarafta itilip kakılan, güvensiz bir ortamda büyümüş bir çocuk. Kakafonik bir dünyada yaşayanlarla “Nasılsın, canım?” diyen bir evde büyüyenlerin halini düşün. Bu iki çocuk arasındaki farkı fazla konuşmaya bile gerek yok. O çocuklar zaten size bir bakışlarıyla her şeyi anlatır. İnsanın içinde büyüdüğü ev ortamı, ebeveynlerinin yaklaşımı; hayatı algılamak söz konusu olduğunda öyle önemlidir ki. Babam benim ilk kahramanımdı. Dayımla aynı evde oturuyoruz, o zamanlar. 10 yaşına kadar, Salah bizle beraberdi. Sonra İstanbul’dan gitti. Eskiden temel bilgiler ansiklopedileri vardı. Küçük küçük, fasikül fasikül çıkardı. Babam, tek elinde bu ansiklopediler, diğerinde yiyecek taşırdı bize. Böyle bir adamdı. Evde matematik problemi çözerdik biz çılgınlar gibi. Oyun olsun diye. Çok zor problemlerdi bunlar. Babam bize bir oyun bulmuştu aslında. Bu işe yarayan da bir şey. Felsefeyi öğrenmeye yarıyor ve daha pek çok şeye. Bir de baba korkusuyla değil de, matematik problemini çözme kaygısıyla geçmiş bir çocukluğum var sanki. 

– Yeniden sinemaya dönersek; bugün el kamerasıyla bile film çeken bağımsız yönetmenler var. Teknolojik ekipmanlar çoğaldı, çeşitlendi ve herkes için neredeyse ulaşılabilir olmaya başladı. Buna rağmen, sinema yapmak dünyanın en pahalı işi olmaya devam ediyor. Bu konuda ne dersiniz?

– Ünlü yönetmenlerin film çekme serüvenlerinin başlangıcını takip ettiğinizde, paranın önemi gün ışığı gibi ortadadır. Mesela, Theo Angelopoulos’un ilk filmininin parasını fabrikatör bir arkadaşı verdi. Luis Bunuel’e annesi vermiştir film parasını. Benzer biçimde arkadaşları, John Cassavetes’e filmleri için parasal destek vermişlerdir. Amerikan bağımsız sinemasının ilk örneklerinden olan “Gölgeler” filminden itibaren Peter Falk, Gena Rowlands, Seymour Cassel ve Ben Gazzara’dan oluşan oyuncu grubuyla birlikte başyapıtlarını vermeye başlamıştır, Cassavetes. Bence dünyanın ilk 10 yönetmeni arasına gireceklerden biridir. Dağıtıma bile sokmamışlar filmlerini. Hayatı boyunca bir filmi dağıtıma girmiş. Filmin adı “Gloria”. Başrolü de karısı, Gena Rowlands oynamış. Bugün bakıyorlar; Cassavetes’in bütün filmleri harika. Şimdi farkına vardılar dehasını. Ama, Cassavetes öleli 30 sene oldu. Bu videolar, amazon falan ne sağladı, biliyor musun? Aradığın her şeyi buluyorsun. Mesela, Godard üzerine Amerika’da bir kitap yayınlanıyor. Biraz gecikirsen kitap tükeniyor. Diyorsun ki; “Godard’ı mı okuyor Amerika?” Öyleyse, Amerika çöktü demektir bir anlamda. Okuyorlar. Dünya küçüldü. Ve senin yürürlüğe sokmadığın herhangi bir şeyi, başka bir şey devreye sokuyor. Sen diyorsun ki; “Bunu yayınlamam!” Bir bakıyorsun, orada! Andre Gide çok sevdiğim bir yazardır. Çok da kaliteli bir adamdır. Marcel Proust’un kitabını reddetmiş zamanında. Yayınevinde yöneticilik yaptığı sırada. Bugün Proust dediğinizde, elbette tartışmasız biçimde Gide’in çok önündedir. O zaman Gide bu yetkinliği görememiş ya da isteyerek görmemiş. Belki talihsizlik, belki kıskançlık, belki başka bir şey. Bilemiyoruz. 

– Önemli şeyler başaran insanlar neden hep haset kurbanı olmak zorundadır?

– Hasetten ne olacak? Seni burada engellerler, şuradan çıkarsın. Bizim milletin zaten alkışladığı kişinin yerine geçme planı vardır. Roma’da falan da böyle. Yunan’da da. Olağanüstü bir kıskançlık var. Sokrates’i neden öldürdüler? Sokrates’in en zeki adamlardan biri olduğunu bilmiyorlar mıydı? Bile bile zeki bir adam öldürülür mü? Öldürüyorlar. Karısı ne diyor Sokrates’e? “Ama sen kaç, sen suçsuzsun!” O ne diyor: “Ya suçlu olsam, daha mı iyi?” Kimi filozofların ölümle konuşma tarzı bile başka. Öldürenler kim? Onunla ilgili çalışmak lazım. Sokrates’in niye öldürüldüğünü bile yorumlayamıyoruz bugün. 

– Tam bu noktada, şunu merak ediyorum ve sormadan edemiyorum: “Dört Köşeli Üçgen” filminin sonunda gözlemciyi öldürüyorlar. “Tak” diye bir şeyin düştüğünü görüyoruz. Kamera uzakta kalıyor, yakına bile gitmiyor. Kimler öldürdü adamı? Sistem mi öldürdü?

– Bir adam dünyada kendi başına bir şeyler yapıyor. Cezasız kalmaması gereken bir şeyler yapıyor. Cezasız da kalabilir ama, cezasız kalmaması gerektiğini düşünen merciiler olabilir. Bizim görmediğimiz, karanlık dediğimiz bir bölgeler var dünyada. Bu, biraz evrensel bir bakış aslında. Anlatabiliyor muyum? Roman biraz daha farklı. Ben; delirmiş bir adamı, yanlışlarla dolu yalnız bir adama dönüştürdüm. Tımarhanede değil de, hayatı Mars’ta geçen bir deli de olabilirdi. Daracık bir yerden bakmamamız gerektiğini düşündüm kahramana. Özgür olabilmenin zorluğu üzerine de bir romandır, bu. Birdenbire mesela, adam senin özel hayatına da girdiği zaman; bugünün aslında tartışma konusu olan facebooklar, instagramlar üzerine de konuşmuş oluyor orada. O zamanlar yoktu, bunların hiçbiri. Çok ileride bir romandır, bu bağlamda düşünüldüğünde. Hulki Aktunç, o zamanlar “ilk düşünce romanı” demişti dört köşeli üçgen için. 

– Benim filmle ilgili kişisel yorumum şu yönde: Film, sevilmek uğruna sivri köşelerinden taviz vermiyor. Ne dersiniz?

– Her film kendi hikayesini içinde taşır. Her film bağımsız bir yapıttır. Şöyle diyebiliriz: Ben “Gölge” filmi ile uğraşırken, Gölge benim için “femme fatale” bir kadını çizmek değildi yalnızca. O dönem için bu betimleme “meşhur kadın” demek. Kötü kadın anlamına da geliyor. Kötülükler yapabilecek kadar canileşmiş kadın tiplemesi. “Film noir” türünün aslında temel unsurlarından biri. Burada da Selma karakteri o etkiler altında yazılmış bir karakterdir. Başka karakterlerle de tamamlıyoruz Selma’yı. Başka bir karakteri de içinde taşımaya başlıyor. Dört Köşeli Üçgen’deki adam da mesela, yalnız başına bir adam. Neden bu kadar gözlem yapma ve onları yazma ihtiyacı duyuyor? Bu, insanın arayışıyla ilgili bir espri bence romanda. Bazen insan bilmediği yolculuğa da çıkabilir. İnsanın bilinemezliğiyle de ilgili bir bağlantı oluşturmaya çalıştım. “Bu, şu da olabilir, tercihinizi yapın.” gibi bir açıklıktan söz ediyorum. Hoşa gitmek meselesine gelince; bazı yerler çok hoşa da gitti. Onları çoğaltabilirdim, daha sempatik bir hale getirebilirdim. Ama o zaman, bütün büyüsü kaybolacaktı romanın. Gözlemci, kendini denetleyen her şeyin dışında düşünen bir adam. Denetlemeyi kaybediyor. Denetlemeyi kaybettiğin zaman, tehlikeli bir adam olabilirsin. Film bunu da gösteriyor aslında. Kendi yalnızlığını daha da çoğaltabilirsin, tehlikeli hale getirebilirsin. İçindeki ikiliği yaşamak anlamına geliyor, bu. Hem başına gelecekleri bilmek, hem de özgürlüğünden vazgeçmemek. Çağdaş insan belki de böyle bir durumda. Yani savaşa giden bir insan gibi düşünmek lazım. Savaş üzerine küçük bir anekdot geliyor aklıma: Biri siperde sigara yakıyor. Öbürü de diyor ki: “Sigara sağlığa zararlı, içme!” Sonra “dan” diye bir kurşun sesi geliyor, adam ölüyor. Yani söylenen şeyle, hayat örtüşmüyor. Bunu bir yere koyduğun zaman, ölümden yana bir tavır veya “Sigara zararlıdır” gibi bir şey çıkmaz ortaya. Başka bir sürü şey çıkar: Hayatın aslında ele geçemeyecek kadar zengin veya derin olduğu da çıkar. Belki de bir kuyunun içinde yaşıyoruz. Platon’un mağara istiaresi dediğimiz şey, belki de hayatımız ve biz bunu bilmiyoruz. Belki de çok derinleşiyormuş gibi oluyoruz ama, her gün aynıyız. “Sabah kalkıyorsun, ne yapıyorsun?” dediğin yere dönebilirsek şimdi kurgu olarak; orada kahve içip, çok sevdiğim müzikler dinleyip -Bach olabilir, Handel olabilir, Geminiani olabilir. Şu anda dinlediğimiz gibi- onlarla yolculuk yapıp sokağa çıktığımda, kendimi çok güçlü hissediyorum. Beynimde uçuşan güzel melodiler aslında bana hem güç hem de esrarlı bir hal veriyor. Kendimi onlarla beraber yolculuğa çıkmış gibi hissediyorum. Bu da bizim çağın bir avantajı. Eskiden sabah kalktıklarında Bach dinleyemiyordu insanlar. Ben bunu elektriğe bağlıyorum. Eskiden en fazla yapılan şey şuydu: Bir orkestra şefi orkestrasını kapıya getirir, serenat yaptırırdı sevgilisine. Bu, binlerce kişi içinde bir kişinin yapabileceği bir şeydi. Şimdi evinde, kendine bir şölen sunabilme imkânına sahipsin. Bilgini arttırdıkça, olanağın artacaktır. Bunu biliyorsun. Bir film seyrediyorsun mesela; orada bir yere bir  gönderme yapılıyor, hemen o filmin peşine düşüyorsun. Orada bir kitaptan bahsediliyor, gidiyorsun o kitabın peşine düşüyorsun. Bu aslında belki de serüvenimizin en güzel tarafı. Benim aslında yapmak istediğim de hayatta, bu: Bir sürü kapıları açıp, bir sürü odalara girip dolaşmak istiyorum! Bunu yapmaya çalışıyorum. Her yerde bir sürpriz olacağına inanıyorum. Bazen o sürprizi bulamıyorum ama, o sürprizi bulamamak da bir sürpriz! 

– Sürprizleri seven, hiç bir şey bulamayacak olsa bile, bilmediği yollara girmeyi göze alabilen bir sanatçı olarak ölüm hakkındaki düşünceleriniz nedir?

– Canlılardan bir tek insan biliyor öleceğini. Ama, belli bir süre yaşayıp ölmeyi bilmekle; yaşarken, onurlu bir şekilde bildiğin bir şeyi yapmanın arasında çok büyük bir fark var. Yoksa hepimiz herkese benzeyebilirdik aslında. O zaman hiç kimseyi ayırt edemezsin. Kimseye dürüst de diyemezsin. O zaman, sözlüğü olduğu gibi değiştirmemiz lazım. İnsan yolculuğundan da vazgeçebilir o halde: Diyeceksin ki; “Nasıl olsa varacağımız sonuç aynı!” Bir sürü cevherler buluyoruz hayatın içinde, oysa. Bunun karşılığı sadece ölüm değil. Ama ölüm, insanı en çok derinden yakalayan bir şey. Sanki bütün bunları yapacağız ama, en sonunda ölmeyecekmişiz gibi bir cümlenin esiri de olabiliyorsun. Ben o esirlikte değilim. Ben ölümü düşünmüyorum, ölümü biliyorum sadece. Öyle olması da gerekiyor. Ben yaşamımı değerlendirmek ve onu anlamlı kılmak istiyorum. Ama, anlamsız bir şeyin peşine de düşebilirim. 

– Ve bunu da ölüme rağmen yaparız. Zamanda yolculuk yapma şansınız olsaydı, Zamboni Sokağı’ndaki Genç Mehmet Güreli’ye ne yapmamasını söylerdiniz? 

– Ben; ne yapmamasından çok, ne yapmasını söyleyen bir adamım. Tarihten yana korkum yok. Şu anda Roma tarihi üzerine çalışıyorum. Bundan bir ay önce de Floransa’ya gitmiştim. Orada da Mediciler üzerine çalışmaya başlamıştım. Bir yeri gördüğün zaman, tarihle olan ilişkin çok daha zenginleşiyor, çok daha başka katmanlara ulaşıyorsun. Gözünde canlandırarak okumaya başlıyorsun metinleri. Çok güzel diziler hazırlıyorlar özellikle Roma üzerine. Medici üzerine de bir dizi izledim. O da çok güzeldi. Şimdi oralarda dolaşmak isteyebilirim ama, dediğim gibi, elektriksiz bir yerde yaşayamam. Elektrik benim için çok büyük bir icat. Matbaa da öyle. Kitap olmayan bir kasabada da yaşayamam. Bunlar benim olmazsa olmazlarım. Hani her şeyden fedakârlık edebilirim. Su olsun, elektrik olsun. Bir de kitabevi olsun. Sinemadan elbette vazgeçemem ama, okuyarak film hayal etme şansım var. 

– Siz bu zaman makinesini kullanmayacak mısınız? 

– Zaman makinesini seni kırmamak için kullanırım. 

– Nereye gidersiniz peki?  

– Gideriz bir yerlere. Mesela, “Pardayanlar Çağı”na gitmek isterim. Pardayan yaşamamış bir adam da olabilir ama, Pardayan diye bir adam mutlaka vardır. Onun gittiği hanlardan birine gidip, kaz ciğeriyle bir şarap içmek isterim. Onları böyle uzaktan izleyip nasıl oturuyorlar orada, ne yapıyorlar, önce kılıçlarını mı çekip oturuyorlar yoksa kılıçlarını çıkarıp mı oturuyorlar acaba, diye bakmak isterim. 

– Yine gözlemcisiniz. Farkında mısınız? 

– Gözlem olmadan hiçbir şey olmaz. “Gözlemcileri Gözlemleyenin Gözlemi” adlı kitabı tavsiye ediyorum sana. Friedrich Dürrenmatt’ın eseri. Bütün bu anlattığımız her şey aslında gözlemlerden çıkmadır. Yalnızca Salah’ın teması değil, bu gözlemleme hikâyesi. Ama Salah’ın kahramanı bir gözlemci. Gözlemci tiplemesi çok fazla yok dünya edebiyatında. “Dört Köşeli Üçgen”  uluslararası bir gözlemcinin altını çiziyor. Beni sınırlamayın, diyor. “Benim düşünmek olanağım çok fazla.” demek istiyor. Bu da bir hayal aslında! 

– Hayal demişken; henüz gerçekleşmemiş ya da gerçekleşmeyecek olsa bile; içinizde yaşatmayı sürdürdüğünüz güçlü bir hayaliniz var mı? Varsa, nedir? 

– Film çekmeyi istemenin ötesinde, aykırı bir şey söyleyecek durumda değilim. Yaptığım işlerin devamını getirmeyi istiyorum. Dört tane dal seçtim kendime: Edebiyat, müzik, resim ve sinema. Bütün bunlarla uğraşmak zaten hayatının her yerini kapsayan bir şey. Bunun üstüne bir de yürümek koyabilirim. Yemeğe bile, az zaman ayırmaya çalışıyorum. 

– Yürümeyi sever misiniz? 

– Çok severim. Her gün yaptığım şey o. Yürüyerek ayakta duruyorum. Yürürken de düşünmek. Bunları hayal ediyorum. Sonra, kitapçılarda çok güzel dostlarım var; onlara uğruyorum. Onlar zaten beni görünce heyecanlanıyorlar. “Bu çıktı!” diyorlar. Sohbet etmek çok kıymetli. Beyoğlu benim için aslında bütün olumsuzluklarına rağmen çok özel bir yer. Oradan vazgeçmek çok zor benim için. Onun dışında ayrı bir hayalim yok. Hani biri şöyle diyebilir: “Şunu almak istiyorum, şu ödülü!” Böyle şeylerim hiç yok. Sadece yapmak istediklerimi, elim ayağım tuttuğu ölçüde devam ettirmek istiyorum. Aklıma hakim olmak istiyorum. Saatimle de yaptığım işler çünkü bunlar benim. Gitar çalmak… Ellerim, gözlerim. Bunlardan mahrum kalmamaya çalışıyorum. 

– Evinizin ve Cihangir’in sizin için çok özel olduğunu söyleşilerinizden biliyorum. Bir kente, bir kültüre, bir sokağa, bir eve, bir zamana ait olmanın; bu aitlik duygusunun kökeninde neler var? Mehmet Güreli yuvasını bulmuş bir adam mı?

– Yuvasını bulmuş olup olmamayı tayin etmek çok kolay değil. İnsan başka bir yerde olsaydı, başka bir yuvayı da bulmuş olacaktı. Bu kesindir, demiyorum. New York’ta da doğmuş olabilirdim. Ve derdim ki; “Burası benim kentim.” New York’a gitmeyi  arzu bile etmiyorum. Anlatabiliyor muyum? Cihangir benim için top oynadığım, bütün arkadaşlıklarımı kurduğum yer: Varlığımın nedeni. O yüzden başkasını bilmediğim için “Cihangir” demeyeceğim; Cihangir’i çok sevdiğim için, Cihangir diyeceğim. Burası benim nefes aldığım yer. Ve bir çocukluğum var ki, unutulmaz. Bir terasımız vardı, oradan manzara seyrettiğim ve hayallere daldığım. Sen söylediğin zaman düşündüğüm şeyler, bunlar. Altını çok da çizmiyorum. Normal şeyler, bunlar. 

– Benim anlamaya çalıştığım şey şu: “Yuva” dediğimiz yer, dönüp dolaşıp yine çocukluğumuz mu acaba? 

– Çocukluk çok önemli. “Çocukluğun ilk 20 yılını; nerede yaşarsan yaşa, nereye gidersen git, unutamazsın!” diye bir söz vardır. Bu, Max Yacob’un sözüdür. Ben buna çok inanan biriyim. Çünkü o dönemin yetişme tarzı ve sende bıraktığı bütün o sevinç dolu veya tam tersi de olabilen duygusal iklim etkilidir insan hayatında. Çocukluğu iyi olanlar, iyi olur diye de bir şey yok elbette. Ben hasbelkader öyle olduğunu zannediyorum. 

– Babanızla ilişkiniz nasıldı? Bu ilişkiye atıf yapan, özel bir anınız var mı?

19 yaşındayım; bir kıza aşık oldum. Paris’e gitti, kız. Bizim ailemiz de orta halli; fazla paramız yok. Bana sürekli mektuplar geliyor kızdan. Ben aniden sarılık oldum. O sene de beni lise sonda sınıfta bıraktılar. Bir sene boyunca, tek ders sınavı hakkını çıkarmadılar. Neyse, sonunda geçti hastalık. Mektuplar geliyor, gidiyor bana durmadan. “Tam senlik bir yer, Paris. Haydi, gel!” diyen satırlar. Benim hiç bir yere gidecek halim yok elbette. Annem babam çok duyarlı insanlar. Evde bir şeylerin döndüğünü anlıyorlar. Dahası benim kafamda bir şeyler olup bitiyor. “Nedir vaziyet?” diyorlar. Ben de “Arkadaşım Paris’te ve bana mektup yazıyor.” diyorum. Fazla da bir şey anlatmıyorum. Babam diyor ki; “Kaça gidilir Paris’e?” Bilmiyorum, diyorum. “Bir öğren de, gel bakalım.” diyor babam. Sağdan soldan öğreniyorum: O zamanki parayla, dört bin beş yüz lira. Hiç unutmuyorum. Bir gün geliyor, babam masaya bu parayı bırakıyor! Pasaport almaya gidiyorum. Birlikte çalıştığı arkadaşlarından borç almış babam ve beni Paris’e gönderiyor. Anlatılacak bir şey mi, bu? Çok acıklı değil mi? Gittim. 19 yaşımda Louvre’u geziyorum. Ve bana nasıl iyi geldi Paris! Hani “Cihangir” diyoruz ya; Paris de olmasa, hikâye üç duvarlı bir ev gibi olacakmış. Bir tarafı açık kalacakmış yani. Bir duvar da Paris’miş. Paris beni bir uçurdu! Ben buralıyım, dedim. Gitarımla gittim Paris’e. Barlarda çalıyorum. Alain Delon’un gittiği barda bile çaldım. Bir de böyle el üstünde tutuldum ki, anlatamam.

– Aşka ne oldu, peki?

– Bu sözünü ettiğim, 50 yıllık hikâye! Orada aslında benim onun için gitmediğim anlaşıldı. O beni aslında Paris’i yaşamam için çağırmış. Birlikte çok gezdik. Ama aşk bitmişti. 

– Aşkın bitmiş olduğunu nasıl anladınız? 

– Bir cümleden anladım diyeceğim ama, “Hayat öyle bir cümleye sığmaz!” diyeceksin sen şimdi. Ben bir cümleden anladım. Bir şey sana hayatının başka bir yola girdiğini gösteriverir. Alakasız bir şey sana duyurur onu; bir kahve fincanı görürsün ve dersin ki; “Bu benim gittiğim kahve yeri değil.” Onun dışında hiçbir şey sana bir şey çağrıştırmayabilir. Ama o kahve fincanı, senin yanlış kafenin önünden geçtiğini anlatabilir sana. Bunun gibi bir şey. Bazı şeyleri izah edecek motifler, her zaman gözümüze girecek olan motifler değildir. Bazen garsonun yüzüğünden anlarsın hayatın ters gittiğini. 

Bundan sonrasında, ben bir hikâye anlatıyorum Mehmet Güreli’ye ve röportajın bittiğini anlıyoruz.  

Fotoğraflar & video: Kamber Han

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir