İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yazar Nihan Kaya: Çocuk Ve Yaratıcılık Karşıtı Bir Dünyada Yaşıyoruz

Zengin bir akademik kariyere sahip olan Nihan Kaya, yakın zamanda en çok “İyi Aile Yoktur”, “İyi Toplum Yoktur”, “Bütün Çocuklar İyidir” gibi kitaplarıyla adından söz ettirmişti. Boğaziçi Üniversitesi’nden İngiliz Edebiyatı’nı bitirerek mezun olan Kaya, ardından İngiltere’de, University of Essex, Centre for Psychoanalytic Studies’te Psikanaliz üzerine yüksek lisans yaptı. Londra Üniversitesi’ni oluşturan ilk kolejlerden King’s College London’da da Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde doktorasını yapan yazar, edebiyat ve psikoloji sahalarında dünden bugüne verdiği konferans tebliğleri, yazdığı romanlar, yayımladığı araştırma & inceleme yazılarıyla faaliyetlerini sürdürüyor. Kısa sürede kendisini yakından takip eden, meraklı bir okur kitlesini kazanmış olan Nihan Kaya Gizli Özne (2003), Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’ne layık görülen Çatı Katı (2004), Buğu (2006) gibi kurmaca eserlerinin yanı sıra yukarıda saydığımız kurmaca dışı, psikoloji ağırlıklı inceleme & araştırma kitaplarıyla da büyük merak uyandırmayı sürdürüyor. Nihan Hanım ile çokça rağbet gören “İyi Aile Yoktur” kitabı ekseninde yaptığımız röportajı aşağıda okuyabilirsiniz.

Hoş geldiniz. İyi Aile Yoktur’daki ilk denemenizin başlığı ile söz açmak istiyorum: “Çocukluk Bir Cehennemdir” diyorsunuz. Bazılarımızın çocukluğu kaybolmuş bir cennet gibi görmesinin aksine. Neden?

Tam da söylediğiniz nedenle. Çocukluğun kayıp cennet ve hayatımızın en mutlu zamanları olduğuna dair o romantik algının bu kadar yerleşik olması nedeniyle. “Bir çocuğun ne derdi olabilir ki? Ekmek elden su gölden” diye düşündüğümüz için. “Çocukluk bir cennet” derseniz kimse incinmez, ancak çocukluğun bir cehennem olduğunu söylemeniz öfke uyandıracaktır. Halbuki tersine çevrilemeyen bir cümlenin kendisi de sorgulanmalı. Çocukluğun cennet olduğu söylemine böyle sorgusuz sualsiz inanmasak çocukluk zaten cehennem olmayacak. Yaşımız ne kadar küçükse hem iyiyi hem kötüyü o kadar yoğun duyar, yaşımız ne kadar küçükse o kadar derinden yaralanırız. Mesele özetle şu: Çocuk hakları hakkında konuşamıyoruz. Gerçekten konuşamıyoruz. Çıkın ve çocuk haklarını içtenlikle savunan bir cümle sarf edin, ne çok tepki alacağınızı bizzat tecrübe edebilirsiniz. Söylediğiniz şey çarpıtılacak ve aklınıza hayalinize gelmeyen suçlamalara maruz kalacaksınız birbiri ardına. Çünkü çocuk haklarını savunan herhangi bir cümle, anne-babaya eleştiri gibi algılanıyor ve anne-baba dünyadaki en büyük tabu. Anne-baba adına savunmaya geçmeye dair bu ihtiyaçtan dolayı çocuğun acısını konuşamıyoruz hiçbir zaman. Düşünerek değil de refleksle veriliyor tepkiler. “Çocuk bedenine dokunma!” diye pankartlar açmak çocuk haklarını savunmak değil. Çocuk tecavüzcüleri de biliyor yaptıklarının yanlış olduğunu, herkes günde 10 kez bu sloganları tekrarlasa ne işe yarayacak? Bugün çocuk haklarını savunur görünen kimseler de muzdaripler aynı anne-baba tabusundan, çocuk haklarını savunur görünürken aslında o hakları bizzat ihlal eden içerik paylaştıklarını ne kendilerinin ne başkalarının fark edebilmesi de bu nedenle. Çocuk haklarını gerçekten önemsiyorsanız, linç edilmeyi göze almadan tek cümle edemezsiniz. Hâlâ en büyük yasak, çocuk hakları hakkında konuşabilmek.

Yine kitabın ilk sayfasında Hallac-ı Mansur’dan alıntıladığınız bir cümle var: “Cehennem, acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir.” İnsan hep kendi yaşadıklarına bir tanık mı arar?

Kar ve İnci romanımın epigrafıydı Hallac-ı Mansur’un cümlesi. Uğradığımız haksızlıklara tanık ihtiyacımız bakıma muhtaç olduğumuz dönemde acılarımızın görülüp görülememesine bağlı.

Bugünkü çocukların, eski nesil yaşantılara kıyasla aileleri tarafından daha fazla el üstünde tutulduğunu düşünüyor musunuz?

Çocuğun okul başarısına önem vermek çocuğa değer vermek demek değil. Yeni nesillerde daha çok gördüğümüz anne-baba modeli, çocuğun eğitimini her şeyin üstünde tutan, o eğitim için fedakarlığa hazır anne-babalar çoğunlukla. “El üstünde tutmak”tan ne anladığımızı sorgulamamız gerekiyor bu yüzden. Diğer yandan, tarihte ne kadar geriye gidersek çocuğa yaklaşımın o kadar canice olduğunu görüyoruz. Şu an çocuğa bakış 30 sene öncesine göre daha iyi. 30 sene sonra da çocuğa bugünkü bakış “Ne kadar acımasızmışız meğer çocuklara!” denilerek anılacak, psikoloji camiası ve söylemleri de bu yönde değişecek. 

Bazen, sokakta hiç tanımadığım bir anne çocuğuna beni gösterip “Abi kızıyor,” diyebiliyor. Çocuğa “Hayır kızmıyorum, keyfine bak,” diyesim geliyor. Ebeveyndeki bu eğilim neyden kaynaklanıyor?

Çünkü kendi içindeki anne/baba/”Başkaları ne der?”deki “başkaları kendi içindeki çocuğu eziyor, bastırıyor, yetişkinlerimiz duygusal, düşünsel anlamda özerk, otonom olabilmiş değiller, sosyal kaygılarını bu şekilde çocuğa yansıtıyorlar. Hep söylediğim bir şey vardır; bir çocuğu kurtarmaya bir kişi yeter, derim. Çocukluktaki temel sorun, bize yapılan yanlışların yanlış olduğunu bilmememiz. Eğer biri çıksaydı ve “Sana yapılan bu şey, yanlış,” deseydi çocukluğumuzda bize, hayatlarımız şimdi çok farklı olabilirdi. Bize yapılan yanlışların yanlış olduğunu çok geç anladık, o da ne kadarını anlayabildiysek. Eşim de sokakta kendisi için bu şekilde “Bak abi/amca kızıyor,” dendiğinde eğilip çocuğun gözlerinin içine bakıyor ve ona “Sen haklısın,” diyor. Çocuk da anne-baba da şaşırıyor bu duruma, ama belki de çocuğun hayatında bir şeyler bu sayede değişebilecek.

Kitabınızın ikinci bölümü “Modern Eğitimin Tarihçesi” başlığı ile açılıyor. Modernizmin eğitim amacı bir an önce sisteme katılacak çalışan aramak mıdır?

Bu bölüm benim için çok önemli, aynı başlıkla bir video da çektik bu nedenle YouTube’da. Herkese ulaşmasını, paylaşılmasını, tartışılmasını çok arzu ettiğim bölümlerden biri bu da. Sistemin dev bir çarkı var ve eğitimin amacı kişinin potansiyellerini kendisi için en iyi şekilde geliştirebilmesi değil, bu çarkın dönmesine katkıda bulunması. Okullar, hiç kimse yazar/sanatçı/düşünür/yaratıcı olsun diye değildir, hatta okullar yaratıcılığı değil desteklemek, köreltmek ve kişinin otoriteye itaatini sağlamak üzere kurulmuştur. Çocuk ve yaratıcılık karşıtı bir dünyada yaşıyoruz. Okullar, zaten güçlü olanın gücünü daha da pekiştirmesi, çocuğun ruhunu öldürmek için iktidar biçimleriyle iş birliği içinde çalışıyor.

Arada telefonumu düşüren biri olarak, bir keresinde 4 yaşındaki bir akrabamı elindeki tableti düşürürken yakalamış ve onu içimden sakar ilan etmiştim. Sonra kendi yapamadığımı küçücük bir kız çocuğundan bekleyemeyeceğimi düşündüm. Ebeveynlerin suçu çocuğa atma konusundaki iştahı nasıl düzeltilebilir?

Kendilerinin suçlu olmadığını fark etmeleri sağlanarak. Suçluluk hissiyle başa çıkabilmenin en kolay yolu suçlamak, en kolay günah keçisi de çocuklar. Çok suçlayan bir kültürümüz var, çünkü anne-babalara karşı çok suçlu hissettirilerek büyütülüyoruz. Her konuda olduğu gibi bunda da çocukluğumuza dönmemiz gerekiyor, “Bu çocuğa nasıl davranalım?” gibi sorularla metod aramak yerine.

Kitabınızda sık sık vurguladığınız iki şey görüyorum: Birincisi en iyi anne babanın bile çocuğunu mutlaka üzeceği, ikincisi çocuğa yapılacak en iyi şeyin öz – değer aşılamak olduğu. Bu ikisi bir yerde çatışır mı?

Çatışan şeyler değil bunlar. İyi anne-baba olmanın altın kuralı, hata yapmanın kaçınılmaz olduğunu kabul edebilmek. Hata yapmak dünyanın sonu değil, dünyadaki en iyi anne-baba da hata yapar. Ama “Yok, hata yapmamalıyım” demek, suçluluk duyduğumuz için hatanın inkarına gitmek, “Yok, ben ne yaparsam yapayım çocuğumun iyiliğini için yaptım/Çocuğum için iyi olanı çocuğum bilmiyor, ben biliyorum,” demek; işte bunlar temel hata. Kişinin kendisini değersiz hissetmesine neden olan da bunlar. Çocuğa karşı hata yaptığımızı ya da yapabileceğimizi ne kadar kabul edebilirsek o kadar az hata yaparız ve o kadar telafi edebiliriz hatayı.

Genellikle sempati ile karşılanan “Süt Anne” kavramına alışık olunmayan bir boyuttan bakıyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Derdim bir zamanlar yaşamış hiçbir süt anneyle ya da bir zamanlar çocuğunu süt anneye vermiş hiçbir aileyle değil. Derdim, süt anne gerçeğinin bize olduğundan çok daha farklı şekillerde, kasıtlı olarak çarpıtılmış biçimde aktarılması. Çocukların ruhu olduğu, acı çektiği bilinmiyordu. Çocuk bitki gibi görülüyordu, fiziksel ve ruhsal acı çekebileceği zannedilmiyordu. Anne-babaların çocuklarına dair sezgileri bastırılıyordu bu yüzden. Aynı sezgilerin bugün de başka alanlarda bastırıldığı gibi. Çocuklara bakmak zor geldiği için onları dünyanın dört yanında süt annelere verdiğimiz gerçeği neden örtbas ediliyor? Bu ve benzeri gerçeklerin örtbas edilmesi, ifadelerinin yasaklanması, çocukları ve çocukluğumuzu anlamamızın önüne geçiyor, anne-baba tabumuzu pekiştiriyor. Anne-babaların her zaman sınırsız şekilde fedakar olduğu doğru değil. Ama sakıncalı olan şey bu gerçek değil; sakıncalı olan, bu yalanı yayabilmek için gerçekleri çarpıtmak.

Anne babalar bir otorite olarak çocuklarının otorite figürünü sorgulamalarına izin verebilir mi?

Otoritesiz ve hiyerarşisiz ilişkileri savunuyorum, hayatın her alanında. Sorgulanmayacak hiç kimse yoktur. İzin vermemek gibi bir haddimiz ya da hakkımız olduğuna inanmıyorum. Evet, çocuğa sorgulama hakkını tanımayan çok kişi var; ama tanınsın tanınmasın, bu hak herkesin doğuştan getirdiği hak, başka türlüsü insan olmanın onuruna aykırı olurdu -ve oluyor. Çocuğa nasıl davranılacağı, hiç kimsenin insafına bırakılmamalı. Anne-babası insaflı olanlar şanslı, insafsız olanlar şanssız diye düşündüğümüzde çocuğun bütün haklarını ondan çalıp anne-babaya vermiş oluyoruz. Şanssız çocuklar yoktur, hakları ihlal edilmiş çocuklar vardır.

Alice Miller’a olan bağlılığınızın kaynağını merak ediyorum.

Eşim dışında bir bağlılık duyduğum hiç kimse yok. Hayranı olduğum onlarca psikolog/psikanalist var; Alice Miller bu isimler arasında da değil. Alice Miller’a saygı duyuyorum, kitabın ithafında da belirttiğim üzere. Çünkü çocuk ve çocukluk konusunu sadece ve sadece çocuğu düşünerek ele alan başka bir isim yok; ve böyle bir dünyada buna cesaret edebilmek hakikaten kolay değil. Joseph Chilton Pearce ve Sihirli Çocuk kitabını da eklemeliyim yalnız; Alice Miller haricinde, sadece ve sadece çocuğun iyiliğini, çocuğun yüksek yararını gözeterek yazabilen tek kişi belki Pearce. “Ya anne-babalar incinirse?” korkusu yüzünden çocukların haklarını ihlal ettik hep onlara dair konuşurken; anne-babaları incitmemek uğruna çocukları kalıcı şekilde incittiğimizin hâlâ farkında değiliz. Alice Miller, haksız tepkilerle karşılaşacağını biliyordu, yine de söyledi gerçeği. İşte bu, derin bir saygıyı hak ediyor. “Evet, hata yaptım; hepimiz korkunç cürümler işledik çocuklarımıza ve danışanlarımıza karşı” diyerek açıkça itirafta bulunan bir anne ve psikanalisttir. Ses çıkaramayan çocukların sesi oldu, hakkını arayamayan çocukların hakkını savundu. Çocuklar ve hayvanlar, haklarının savunulması için vasıtalığa ihtiyaç duyuyor. Kimse sizi ödüllendirmez çocukların ve hayvanların haklarını savundunuz ya da savunuyorsunuz diye. Ama cezalandırır. Güçlü olanların, iktidarda olanların, ipleri zaten elinde tutanların hakları değildir çünkü savunduğunuz. Ve çocuğun haklarını konuşmak, güçlü olanın haklarına saldırıymış gibi gelir hep. Güçlü olanın gücünü daha da pekiştiren şeylere saygı adını veriyoruz. Ama bu saygı değil, itaat. Saygı adını vererek itaati savunduğunuz sürece karşı da çıkılmayacaktır size. İtaati savunduğunuz sürece destek bulmanız da kolaydır.

Avrupa ile bizim bulunduğumuz coğrafyadaki çocuk yetiştirme davranışlarında belirgin farklar neler?

Çocuğa yaklaşım dünyanın hiçbir yanında ideal değil. Yine de, çocukların sınırlarına, kişisel tercihlerine daha çok saygı duyuluyor Avrupa’da. Çocuğun bizden ayrı zihni, bedeni, ruhu olduğu biraz daha içselleşmiş durumda. Çocuğu asla eleştirmeyen kimi eski kabileler kadar iyi değiller bu konuda ama.

“Bir şeylerin ‘feda/kurban’ edilmesi gerektiği düşüncesi, feda etmedeki kötülüğü görebilmemizi engeller.” Bu sarsıcı cümlenizi detaylandırır mısınız?

Hepimiz bir şeyler için feda edildik. Ve bunu normalize ettik. Feda etme/edilme düşüncesini güzel ya da masum görünen yahut sorgulanmayacak şeylerle anlatırsanız insanlar da göremeyecektir bu kötülüğü ve iyi bir şey yaptıklarını sanarak çocukları soyut bir şeyler uğruna feda etmeye devam edecektir.

“Dünkü çocuk”, “Senin karşında çocuk yok!” gibi ifadelerin çocuklar için çok aşağılayıcı olduğunu belirtiyorsunuz. Sahiden bu cümleleri neden kuruyoruz?

Bize çocuk olarak bunların söylenmesini meşru gördüğümüz ve meşru görmek istediğimiz için. Kendi çocukluğumuzdaki acıları göremeden başka çocukların acılarını göremeyiz. Çocuğa karşı her tür kötü muameleyi, yalanı meşrulaştırıyor bu ve benzeri ifadeler.

Her şey için teşekkürler. Son sözlerinizi alabilir miyim?

Ne yaparlarsa yapsınlar, hiç kimse benim düşmanım değil; bunu anlamalarını istiyorum. Beni yakan şey, bana çok kızgın olanları da yakan şey. Yanıyor olmasalar bana niye kızsınlar, söylediklerim aslında hiç kimseye karşı incitici olmadığı halde? Derdimiz aslında aynı. Bana göre “karşımda” olan kimse yok. Derdimi anlatabildiklerim ve anlatamadıklarım var. Nasıl muamele görürsem göreyim derdimi (ki bu, hepimizin derdi, söylediğim gibi) elimden gelen bütün yollarla anlatmaya devam edeceğim. “Ah evet, şimdi anladık” diyenlere de, sözlerimi daha önce nasıl çarpıtarak anlatmış olurlarsa olsunlar, hiç düşünmeden sarılmaya hazırım.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir