İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Mankenlikten Gece Hayatına, DJ'likten Yazarlığa Oben Budak Söyleşisi

Gösterişli ve eğlenceli bir hayatın içinde, bir o kadar da komplekssiz ve iletişimde araya dağlar koymayan bir insanın hayatına odaklanacağız: Oben Budak. 1977 doğumlu. Görece serbestliğin biraz daha hüküm sürdüğü 2000’leri fevkalade yaşamış biri. İlk kez 14 Şubat 2019’da çıkardığı 4. kitabını incelemek adına bir yazı hazırlarken duydum bu ismi. O esnada Oben hakkında bulduğum bilgiler beni bir uçtan diğer uca sürekli şaşırttı…

Üniversitede işletme okuduğu 19 yaşında para kazanmak için Gaye Sökmen’in ajansına girip mankenlik yapmaya başlıyor önce. Verilen hiçbir işi angarya olarak görmediği, tabiri caizse en dipten başladığı ve işini sahiplendiği için de kapılar ardı ardına açılıyor. Şebnem Ferah henüz müzik piyasasına yeni yeni adım atarken ünlü rock’çının klibinde oynuyor. Sonra Sertab Erener’in vokalistliğini yapmak istiyor, yaş hala 19 bu arada. Sertab Erener’i etkiliyor ki vokalistlik işini kapıyor. Sonra Kral TV, Ajda Pekkan, Aşkın Nur Yengi gibi dönemin müzik piyasasındaki en önemli kanal ve isimleriyle çalışıyor.

24 yaşına tekabül eden 2002 yılında yaşadığı kanserse şarkıcılık kariyerine engel oluyor ama 8 ayda atlattığı bu süreç ona hayatı yaşama noktasında çok şey katıyor. Pek az şeyi dert etmeye o dolaylarda başlıyor Oben. 2015’te ‘’Hayat’’ adlı single’ını çıkarıyor. Uzun zaman yaptığı Habertürk yazarlığının yanı sıra bir erkek moda dergisi olan Adam In Town Mag’in de kurucu ortaklarından. Bugünse tüm bu şaşalı geçmişinin yanı sıra 4 kitaba imzasını attı: ‘’Falan Filan (Aşk, Ayrılık, İhanet, Seks)’’, ‘’Hayvan!’’ ve ”Büyük” bir üçleme, ‘’Ben de Seni Sevmiyorum’’ ise 4. kitabı. Kariyeri bunlarla da sınırlı değil ama artık sözü kendisine bırakmak istiyorum.

Oben merhaba. Söyleşi teklifini kırmayıp kabul ettiğin için teşekkür ederim. Geniş bir pencere açıp kariyerinin ilk dönemleriyle başlamak ve oradan da yazarlık macerana doğru ilerlemek istiyorum. Ama önce; artık Yunanistan’da yaşıyorsun ve yakın zamanda da İstanbul’a gelip gittin. 2000 ve 2010’lu yıllarda İstanbul’un eğlence hayatını en iyi bilenlerden biri olarak bu gelişinde şehri nasıl buldun?

Şehir tedirgin valla, artık eğlenceli bir tarafı olduğunu söyleyemeyeceğim. Gece hayatı anlayışı flörtle sınırlı olan kesim yine hız kesmeden gece kulüplerini dolduruyor ama oyunu eğlenceden yana kullananların ortak sorunu gece çıkacak yer bulamadıkları için evlerde toplanmaları. 2000’li yılların İstanbul’unu yaşayan biri olarak şimdiki gece hayatına bakıp iç geçirebilirim sadece. Mekanlar da, müşteriler de bir garip oldu artık. Hayat içindeki tedirginliğimiz gece hayatındaki davranışlarımıza da yansıyor. Eğlenirken yan masanda bir dengesize denk gelip kavgaya karışma olasılığın o kadar fazla ki insanların kendini eğlenceye verebildiğini düşünmüyorum. Öyle bir gündemleri de yok zaten insanların.

Fotoğraf: Nicholas Mastoras

Hayat hikayene baktığımda; mutlaka stresi olmasıyla beraber birçok işe kıyasla oldukça eğlenceli bir çalışma hayatın olmuş gibi görünüyor. Ama bunların hiçbiri de tesadüf değil. Hep birilerinin kapısını çalmışsın ve verilen işleri burun kıvırmadan sahiplenmişsin. Ben sonuca götüren sebepleri de merak ettiğimden bu yanını biraz açmanı rica edeceğim. Çünkü sanırım benim kuşağıma yapılan en büyük eleştirilerden biri tembellik, ısrarcı olmamak ve iş beğenmemek.

Sizin kuşak evinde oturup aplikasyon yazarak milyarder olabilme ihtimalinin olduğunu bilen bir kuşak. Çok çalışmadan da olabiliyor artık. Bizim zamanımızda kariyer çok önemliydi. Bu yüzden basın hayatına girmeye karar verdiğimde Aktüel, FHM ve Harper’s Bazaar gibi 3 ayrı dergide birden çalışmaya başladım ki açığımı kapatayım. Basın Yayın okumadığım için işi sahada öğrenmem gerekiyordu. Günümüzde böyle bir dert yok. Köşe yazarı olabilmek eskiden çok önemli bir mertebeydi mesela. Şimdi sosyal medyada paylaştığı fotoğraflar ilgi gören biri yeterli sayılabiliyor. O yüzden tembel gözükebilirsiniz tabii, çok çabalamaya gerek yok günümüzde. Yeteneğini insanlara ispatlayabilmen daha kolay. Gençler ne istediğini biliyor, bize göre daha özgürler, daha fazla seçeneğe sahipler. 

Peki benim de mezun olduğum Kocaeli Üniversitesi’nde İşletme okurken bir ajansa kaydolma fikri nereden geliyor? Yalnızca para kazanmak için olmasa gerek.

Eğlence arıyordum, istediğim hayatın işletme okuyup hayata karışmakla alakası yoktu. Aile zoruyla dönemin popüler bölümlerinden birine girmiştim. İkinci sınıfa geçtiğimde bir değişiklik yapmam gerektiğine karar verip harekete geçtim. İşletme, muhasebe… Hiç kafamın çalışmadığı konularla ömür geçmez diye düşünmüş olmalıyım.

Sanırım hayatını değiştirecek işlerin kapıları da mankenliğinle beraber başlıyor. Şebnem Ferah’ı kimse bilmezken onun klibinde oynuyorsun. Havalı bir hikaye.

Gaye Sökmen ajansında çalışırken Umur Turagay’ın çektiği Mavi Jeans reklamlarında bir rolüm vardı. Orada tanıştığım Umur Bey beni yeni bir rock’çının klibinde oynamam için çağırdı. Sete bir gittim pop dünyasından herkes orada! Meğer Sezen Aksu’nun şirketinden çıkan bir albümmüş. Sonradan efsaneye dönüşecek bir işte yer almak müthişti doğrusu.  

Şebnem Ferah’tan sonra yelpaze de fevkalade genişliyor. Sertab Erener’in vokalistliği, Ajda Pekkan’la teşrik-i mesai, Kral TV’de yüksek reytinglerle ilerleyen bir program. Hayata daha yeni açılan bir çocuksun üstelik o dönem. Peki o zamanları özlediğin oluyor mu? Nostaljik olarak değil de, hani ‘’Daha kaliteli, özgür bir ortam vardı.’’ gibi mukayeselere giriyor musun?

O yaşlarda kaliteli mi özgür mü hiç farkında değilim ama herkesin kendi hayatı olduğu bir dönemdi o yıllar, o konuyu özlüyorum. İnsanları inanışlarına ya da etnik kökenine göre ayrıştırmak gibi saçma sapan fikirler hakim değildi henüz. Şimdi insanların önceliği başkalarının hayatını gözetlemek ve yargılamak oldu. Çok vahşileştik, dünya böyle değil. Atina’ya taşınınca fark ettim, yemek masasında sakin sakin gündelik hayattan bahsetmek ne güzel bir duyguymuş, unutmuşum. 

Peki 2002’de kansere yakalanıp onu başarıyla atlattığında mutlaka sende bir şeyler değişti. Ölümsüzmüş gibi her şeyi çok ciddiye almamak gerektiği gibi. Benim asıl merak ettiğim bu bakış açısını hayatının geneline nasıl yaydığın? Bir düşünceyi, bakış açısını karaktere yerleştirmek kolay değil.

Hastalığımı öğrendiğimde orjinali BBC’de yayınlanan Top of The Pops’ın yerli versiyonunu sunmak için anlaşmak üzereydim. Her şey çok havalıydı, Londra’ya starlarının katıldığı bir geceye davetliydim. Uçaktan 3-4 gün önce doktora gittim ve akciğerimin bir bölümünün alınacağını öğrendim. Ölüm korkusuyla yüzleştikten sonra her şey biraz daha kolay oldu tabii. O zamana kadar dert ettiğim şeyler öyle komik gelmeye başladı ki. O günden sonra dertsiz tasasız yaşadım anlamında değil tabii bu. Canımı sıkmamayı öğrendim, çünkü aslında neye canının sıkılması gerektiğini görmüştüm.

Fotoğraf: Nicholas Mastoras

Şimdi yazarlık serüvenine geçelim istersen. Yazarlığa kitaplardan önce başlıyorsun tabii. Önce FHM’desin, sonra Aktüel’in kapısını çalıyorsun. Bu dönem nasıldı? Eğlence hayatının bir yazarı olmak?

O dönem FHM’e girmiştim ama derginin konseptine uygun olarak yaptığım güzel kadın röportajları beni tatmin etmiyordu açıkçası. Asıl branşım olan müzik üzerine bir şeyler yapmak istiyordum, bu da FHM gibi bir dergide kendine yer bulamıyordu. Bu yüzden üst kattaki Aktüel’in kapısını çalıp şarkıcı kulislerini çekecek bir proje geliştirdim. Sonrasında o proje çok tutunca Sabah Gazetesi Cumartesi ekinde müzik yazmam teklif edildi. 20’lerinin başındaki biri olarak konser ve partilerden başka bir hayatım yoktu. Yaşadığım hayatımı yazılara aksettirdiğim için her şey çok yolundaydı. Sonra ülke şartlarının hızla değişmesinden dolayı zaman içinde kendimi politika, insan hakları, hayvanları koruma kanunları üzerine yazarken buldum. Ülkenin eğlencesi bitince benim de işim bitti doğal olarak.

Kitaplarından bahsetmek istiyorum. ‘’Falan Filan (Aşk, Ayrılık, İhanet, Seks)’’ adıyla ilkini 2012’de çıkarıyorsun. Kitap yazma arzusu nasıl doğdu? Ve şehirli bir kadının arayışları, çarpıcı aşk yaşamı senin neden bu kadar ilgini çekti?

Kitap yazma değil de yazma duygusu çok yoğundu bende. Lisedeyken Blue Jean editörlerine mesaj atar dergilerinde yazmak istediğimi söylerdim mesela. Kimse dönmedi bana ama bu durum şevkimi asla kırmadı. Sonrasında dergilere girince rahatladım. O dönem evde oturup ayrıldığım sevgilime mektuplar yazmaya başladım.  Birkaç ay sonra yazdıklarımı okurken o anki ruh halimin aslında ne kadar komik olduğunu fark edip hikayeyi biraz değiştirip romanlaştırmaya karar verdim. Aynı dönemi, kitabın 3 ayrı karakteri üzerinden anlatan bir üçleme çıktı ortaya.

Peki günümüz kadın – erkek ilişkileri hakkındaki fikirlerini kitap üzerinden de öğrenebiliyor muyuz?

E tabii. İlişkilerin nereden nereye geldiğini komik bir dille anlatıyorum. Çoğumuz hala Hollywood filmlerinin bize pompaladığı romantik aşk hikayelerini arıyor ama o günlerin üzerine gelen güncellemeleri bilmeden yaşamak biraz zor. Herkes çok sert artık, ilişkilerde de bu böyle. Sadece benim çevremde böyle olduğunu sanmıyorum. Aşkımdan ölüyorum lafını duymuyorum hiç. Varsa yoksa ”takılıyoruz.” Kimse bir diğerine söz vermek zorunda hissetmiyor kendini. Kitaplarım hala o romantik kafada olanların kafasını açmaya yarıyor aslında.  Devir değişti, siz de değişin yoksa canınızı yakarlar…

Kitapta yarattığın kadın sarkastik bir tip diyebilir miyiz?

Kesinlikle diyebiliriz. Benim gazete yazılarımda da sarkazm barındıran göndermeler bol bol bulunur. Sarkastik esprileri seviyorum. Friends dizisinde en sevdiğim karakter Chandler’dı mesela.

1 yıl sonra da benzer bir atmosferde bu defa bir erkek karakter yarattığını görüyoruz Hayvan’la. Zengin ve başarılı bir adam. Ben böyle adamların yarattıkları o imajlarının arkasında genellikle hep sapkın ve sapıkça yanlar olduğunu düşünüyorum. Ne kadar güç gösterisi, o kadar kompleks… Bu adam da öyle mi?

Hayvan’daki Cemal karakteri aile kurbanı erkeklerden. Egosu şişirilip şişirilip hayata bırakılmış. Paranın da verdiği rahatlıkla modern kırolardan biri olarak hayatına devam ederken sert bir kayaya çarpmasıyla beraber hayatla tanışıyor diyebiliriz. 

Ama bir yandan fazla yüceltilen ilişkilere yönelik de bir eleştiri var gibi geliyor bana bu kitapta. Sanki sürekli saygıdeğer olmalıymışız ya da yüksek erdemler peşinde sürekli koşacak bir tabiatımız varmış gibi sanılıyor. Hayvan’la buna da bir eleştiri getirdiğin söylenebilir mi?

Bazen yaşadığımız ilişkilerden şikayet ediyoruz ama sorunumuzu çözmek için hiçbir icraatta bulunmuyoruz. Celladına aşık olan köleler gibi hissettiğimiz anlar yaşanıyor sık sık.  Üstelik o celladı kendi ellerimizle besliyoruz, ne gereği var? Özel hayatımda çok karşılaştığım bir durum olduğu için kitaplarımda bu konuya takmış olabilirim tabii.  

Üçlemenin son halkası olan Büyük’e biraz değinir misin?

Büyük’te birkaç ters giden ilişkisinin ardından kendi cinsel kimliğini sorgulamaya başlayan Adrien başrolde. Kendini gay olarak adlandırabilmek herkes için farklı bir macera aslında. Kimi her zaman bunun bilincindedir. Kiminin de kafası yolda gelir. Büyük’te sonradan keşfetme hikayesini anlatıyorum. Bazı şeyleri kendine anlatmanın bile çok zor olduğu dönemleri, arkadaşlarına açılma hikayelerini anlatıyorum. Kendi hayatımızı farkında olmadığımız için önümüze çıkan önemli değerleri harcayabiliyoruz. Bu konuda farkındalık yaratmak önemli.  

2019’da çıkardığın son kitabına geçelim: ‘’Ben de Seni Sevmiyorum.’’ Önce kitabın kapağından bahsedelim. Kapağı Emre Yusufi yapmış. Senin de sevdiğin bir tasarımcı. Kapağın oluşum süreci nasıldı? Kapaktaki tasarım senin için ne ifade ediyor?

Ben içinde sürekli plak çalınan bir evde büyüdüm. Küçük yaşta plaklarla yakın ilişki içine girdim. O dönemde bunları kimin tasarladığını bilmiyordum ama büyüyünce fark ettim ki  Aretha Franklin, Paul Anka, Rolling Stones gibi isimlerin kapakları Andy Warhol imzalıymış. Kendisi hazine olan birçok albümünün kapağı da ayrı bir eser yani. O yüzden kapaklarımda bir sanatçıyla çalışmayı çok istedim. Emre Yusufi gibi bir yeteneğin kapağımı tasarlaması unutulmayacak bir anı benim için. Kitaptaki kahramanım Defne, “Yunan Tanrısı” dediği Yunan erkeklerine hasta. Bu yüzden kapakta Emre Yusufi’nin Herkül’ü var.

Şimdi kitabın içeriğine geçelim. Seks düşkünü bir adamı anlattığın kitabından, belki o adamın da peşinden koşup kandırabileceği bir kadını anlattığın bu kitap nasıl doğdu?

Ben de Seni Sevmiyorum, sürekli birilerine kapılan bir kadının kendini yeniden yaratma hikayesi. Herkes bir noktada kendi hayatının kahramanı olmak zorunda. Bu bir seçenek değil, gereklilik. Kendi gelişimimle direkt alakası var tabii bu durumun. Kendimi kurban olarak tanımladığım çok fazla şey yaşadım.  İster istemez insanın yazdıklarına yansıyor bu.

Burada sanırım yarattığın kadın karakter üzerinden senin birtakım düşüncelerine varabiliyoruz. ‘’Önce kendin ol, kendini sev.’’ gibi bir mottoya?

Bu benim mottom değil aslında. Herkesin günü gelince anlaması gereken bir gerçek. Kendinden yola çıkıyorsun ilk önce. Herkes kendi kapısının önünü süpürsün deyiminin varmak istediği nokta gibi. Dünyaca kötülüğün egemen olmaya çalıştığı günlerden geçiyoruz ama kendimiz ne kadar iyiyiz bunu bir tartmak lazım. Ben çok iyi bir insanım diyen birinin içinden trafik canavarı çıkabiliyor pekala. Ya da ben çok hayvan severim diyorsun ama akşam yemeğinde senin için öldürülen kuzuları, inekleri götürüyorsan bu işte bir terslik olduğunu fark etmen gerekiyor.   

Delphi tapınağının girişinde ‘’Nosce te ipsum’’ yazar. Yani ‘’Kendini bil.’’ Bu kadın, yani Defne bunu başarıyor mu?

Hastalık döneminde algıladığım bu ‘takmama’ durumunu son kitabımda uygulamaya döktüm. Kendini keşfetmek öyle bir çırpıda olabilecek bir şey değil. Aslına bakarsan kitapta bu konudan bahsediyorum. Önemli olan başarmak değil de anlamak. Anlamaya başlayınca hayat daha güzel gelmeye başlıyor ve dolayısıyla hayatınızdaki problemler o kadar da gözünüze batmıyor.

Peki sen ‘’kendini bil’’din mi?

Kendimi bildiğim noktaları mümkün olduğu kadar artırdım diyelim. Hayat içinde beni rahatsız eden şeylerden uzak durmayı başarabiliyorum artık, eskiden kapılır giderdim.

Söyleşiyi nihayetlendirme vakti yavaş yavaş. Şu an Yunanistan’da yaşıyorsun. Orada da yeni yerler, eğlence mekanları keşfediyor musun? Hayat nasıl gidiyor?

Atina’ya taşınmadan önce çok sık gidip gelirdim ama lokal yerleri anca yaşayınca öğreniyorum. Buradaki mekanların hepsi yeni benim için. Dolayısıyla keşfin sonu yok. İçinden denize girilen bir şehirde yaşamak çocukluğumdan beri istediğim bir şeydi. Gece kulübündense denize girilecek yeni bir yer keşfetmek daha önemli benim gündemimde.

Ufukta yeni projeler vardır mutlaka. Birkaçından bahseder misin?

Yeni romanımı kurgulamaya başlamışken bir yandan iş hayatını sürdürmem gerekiyor. Atina’ya birlikte taşındığım Alexander Koko ile birlikte Based in Athens adında bir danışmanlık şirketi kurduk. Atina’da yatırım yapmak ya da Golden Visa almak isteyenlere kendilerine uygun evi bulmaları konusunda danışmanlık veriyoruz.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir