İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sanat ve Yaşam Üzerine

Yazan: İdil Güney Şimşek

Görece uzun zaman sonra tüm Gazete Sanat okurlarına merhaba! 

Tam da gündelik yaşamın rutin pratiklerine sıkışmış iken bu yazım sanat ve yaşam üzerine olsun istedim. Schopenhauer’in “Bir kere dünyaya geldikten sonra acı ve ıstıraplı yaşamdan kaçış söz konusu değildir, öyle ise yaşamı yaşamak gerek, ama nasıl?” sorusu geldi aklıma. 

Sahiden nasıl yaşanır ki yaşam?  Hayatı yerine getirme vazifesiyle bitiş çizgisine ulaşarak mı? Yoksa derinlikli bir kavrayışla mı?

Madem Schopenhauer’ün sözü ile başladım, Schopenhauer felsefesi ile devam ediyorum bugünkü yazıma. 

Filozofa göre insan istemesi ve bilmesi ile ikili bir yapıya sahiptir. İstemenin elinde olan insan, kausal bağlarının dışına çıkamaz. Bu insan ne zaman ki kendi bireyliğinden sıyrılıp saf ve “isteksiz” bilgi öznesine dönüşümünü gerçekleştirir işte o zaman istemenin kölesi olmayan, özgür, bağımsız bilen insan olarak nedensel bağlar dünyasının ötesini görebilir.

Peki tüm bu felsefenin sanatçıyla ve sanatla olan ilişkisi nedir?

Sanatçı, nedensel bağların ötesine geçebilen; “ide” olarak dünyayı, şeylerin yapısını ve “ide”sini kavrayabilmiş kişi iken sanat, istemenin bilgisini edinebilmenin bir yoludur. Sanat, tasarım veya yaratıcılık olarak ideaların bilgisiyle oluşur. Sanat varlığı ise ideaların nesnelleşmesi sonucunda ortaya çıkar ve bu nesnelliğin oluş biçimi sanatın türünü belli eder. Bir başka ifadeyle sözcüklerle, taşlarla, boya malzemeleriyle nesnelleşen ideaların sonucunda edebiyat, heykel, resim gibi sanat türlerini görürüz. 

Dikkat çekici bir diğer bakış açısı Schopenhauer’in sanatın nesnesi olan maddeyle onun ideasına olan mesafesini ölçüt olarak belirleyerek bir sanatlar hiyerarşisi yapmış olmasıdır. Buna göre sanat nesnesine yakınlığından dolayı mimari ve plastik sanatlar alt basamakta yer alan somut sanatlardır. Ağırlık, katılık, sertlik vb. istemenin ilk, en sözsüz görünümleri olan estetik materyali oluşturur. Biraz üstüne resim ve heykel sanatını yerleştirir. Daha üst basamakta ise roman ve dram sanatları yer alır. Zirvede konumlandırdığı tragedyayı hem istemeyi hem de insanın kendi idesini gösteren bir sanat olarak tahayyül eder.  Yalnız tüm bu sanat dallarının dışında bir sanat vardır ki onu ayrı tutar. Bu sanat, müziktir.

“O (müzik sanatı) bütün başka sanatlardan kopuk, tek başına durur. Müzikte dünyadaki yaratıkların ideasının taklidini, yeniden üretimini saptayamayız. O, büyük, parlak bir sanattır. Müziğin insanın en derin doğası üzerindeki etkisi çok çok güçlüdür. Yetkin, evrensel bir dil olarak, insanın en derin bilincinde derinlemesine, tam olarak anlaşılır.” (Schopenhauer, 2009)

“Müzik, ideaların kopyası değil, istemenin kendisinin kopyasıdır”. sözleriyle müziğin istemeyi anlatabilmesi için fenomenal alandaki istemenin nesneleşmeleri üzerinden ideleri aktarmasına ihtiyacı olmadığını dile getirir. 

Schopenhauer ve müzik felsefesi dediğimiz an akla gelen besteci Wagner’e değinerek yazımı sonlandırmak istiyorum.

Aynı dönemi paylaşan besteci Wagner’in “Tristan ve Isolde” adlı eserini Schopenhauer felsefesinden etkilenerek oluşturduğu bilinmektedir. 

Wagner’in müzikte kullandığı iki önemli teknikten biri olan leit motif; değişime uğramaksızın tekrar edilen değil, sürekli değişen, gelişen ve çeşitlenen temel müzik cümlesi olarak dramatik işlevi yerine getirir ve metafizik çağrışımlar sunar. İkinci teknik ise adını Tristan ve Isolde eserinden almış olan Tristan akorudur. Wagner’in Tristan akorunu hem Schopenhauer felsefesine uyacak şekilde hem de müzikal gerekçelerle kullandığı belirtilmektedir:

“Müziğe inanılmaz bir anlam ve derinlik hatta gerginlik katan disonans akor müthiş bir etki yaratır… Topu topu dört ses ile meydana gelmiş olan bir akorun böylesi bir etki yaratmış olması şaşırtıcıdır. Fa, Si, Re diyez ve Sol diyez notalardan ibaret olan Tristan akoru eşsiz bir güzelliğe sahiptir. Eser boyunca çeşitli defalar akor duyulur ve her seferinde farklı bir etki yaratır. Tristan akoru müzik tarihinde önemli bir değişim basamağını sergiler: tonalitenin çözülmesini, disonans (uyumsuz) akorların zaferini simgeler. Tristan akoru sadece Wagner’in Schopenhauer’in kötümser felsefesinin etkisinde duyduğu ıstırap dolu aşkı ve yarattığı gerilimi ifade etmek için arayıp bulduğu kişisel bir tını olarak anlaşılırsa müzikal açıdan çarpık bir perspektife yerleşmiş oluruz. Müzikal açıdan doğru perspektif Tristan akorunun bir tercih değil bir zorunluluk olduğunu bize gösterir. (Ekren, 2016:130-131)”

Yazımın başındaki soruya dönecek olursam, “Nasıl yaşamak gerek?” sorusuna cevabım: Sanatla yaşamak. 

“Sanat, münferit arzuların kıskacından kurtulup özgürleşmemizi sağlar. İrademiz bir müddet askıda kalır ve ıstıraptan azat oluruz.” (Saunders, 2006, s. 79 akt. Kutlu, 2016)

Müzikle, Sanatla…

Kaynakça:

Ekren, U. Felsefenin Perspektifinden J.S. Bach ve Richard Wagner’in Sanatı, Sentez Yayınları, İstanbul, 2016.

Eren, I., Arthur Schopenhauer’a Göre Dünyayı Sanatla Anlamak, Kaygı 30/2018: 93-102.

Kutlu, F., Kant ve Schopenhauer’de Sanat ve Bilgi İlişkisi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı, YL, 2016.

4 Yorum

  1. Selim AY Selim AY 08/12/2021

    Benzer bilgilendirici yazılarınızın devamını bekliyorum.

  2. İrfan Güney İrfan Güney 16/12/2021

    Çok beğendim, tebrik eder yazılarınızın devamını dilerim..

  3. Ahmet Akdağ Ahmet Akdağ 16/12/2021

    Tebrik ediyorum 👏

  4. Filiz Özay Şay Filiz Özay Şay 16/12/2021

    Çok derin, yoğun ve aydınlatıcı … Tebrik ediyorum:)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir