İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Soluksuz, İnanılmaz Ama Gerçek: Tehlikeli Sular

Tehlikeli Sular, bir ilk kitap. İlk kitaplar beni hep heyecanlandırır. Nefis bir çiçeğin etrafında uçuşan beyaz bir kelebek görmüş gibi hissederim. Librum Kitap etiketiyle raflarda yerini bulan bu roman, yazma macerasına tutkuyla bağlı bir hukukçu olan Bahar Orth’un imzasını taşıyor. Sadakat, dürüstlük, şatafat ve yoksulluk temalarının sürekli olarak sorgulandığı ve gizemli ilişiklerin, mafya çatışmalarıyla yoğrulduğu nefes nefese bir roman Tehlikeli Sular. İnsan, okumaya mola verdiğinde heyecanla beklediği bir dizinin yeni sezonuna başlar gibi dönüyor kaldığı yere. Sayfalar boyunca ailesine rağmen kendi olma savaşını sürdüren Mavi’nin sınırlar aşan macerasıyla; bazen kendisinin, bazen de tesadüflerle hayatına giren Tekin’le yaşadığı masalsı aşk oyununun, komplolar çerçevesinde evirilmesine tanıklık ediyoruz. Ve sonra her şey dönüşüyor…

Büyük ozan Konstantinos Kavafis’in “Kent” şiirinde dediği gibi,

“…

Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.

Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent.

Dolaşacaksın aynı sokaklarda.

Ve aynı mahallede yaşlanacaksın

…”

Mavi de tıpkı bu şiirde dediği gibi, kendi olma macerasında çıktığı yolda nereye giderse gitsin yine dönüp dolaşıp doğduğu yere geliyor.

“Dünyanın öbür ucuna da gitsem, her nasılsa bir gün dönüp dolaşıp geri geldim evin kapısındaydım yine.” (Sayfa 78)

Kitabın odağında bazen Türk filmi, yer yer pembe dizi tadında bir aşk var, ondan söz edeceğim. Ancak bir de “insanı” birbirine zıt iki semt üzerinden anlatıyor yazar. İstanbul’da yaşam koşulları açısından birbirine zıt ama yerleşim olarak çok yakın iki semtten, Levent ve Gültepe’den söz ediyor. Ne tesadüftür ki, hayat bana ikisinde de yaşama zamanı verdi. Ben, bu romanın karakterleriyle komşu sayılırım. Yani bir yerde yazara daha yakın hissedebiliyorum. Artık biliyorsunuz, okuduğum kitapları kendime yakın kılma oyunları bunlar… Neyse, ne diyordum? Hah, zıt semtler… Bu iki semtin birbirine karşı duruşu çok sıradandır artık bileni için ama ilk kez görüyorsanız, aradaki bilmem kaç farkı bul bulmacasını şıp diye çözersiniz. Hatta istenenden fazlasını bile işaretleyebilirsiniz. Birinde yazın tozlu, kışın çamurlu sokaklarda gecekondu tipi eski evlerde, rutubetli ve sağlıksız koşullardaki yaşam bütün hükmünü sürerken, diğerinde pırıl pırıl caddeler ve görkemli binalarda şatafatlı bir hayat karşılar insanı. Kozmopolit yaşamın birbirinden pamuk ipliğiyle keskin bir şekilde ayrılışını bir fincan kahve eşliğinde izlemek mümkündür. İki dostun sohbetini kahvenin telvesinden çok, kömür sobasının dumanının doğalgaz fiyatlarıyla çarpışan kokusu belirler. Tehlikeli Sular’ı mekâna yayılmış hatlarıyla şöyle tanımlayabiliriz sanırım: Coğrafya olarak birbirine bu kadar yakın ama yaşam koşullarında öylesine zıt bu iki bölgede yetişen insanlar, ait oldukları “sınıfın” kendilerine sunduğu hayatları aynı alışkanlıklarla sürdürürken, bu iki coğrafyadan iki insanın çatışmalar, komplolar ve bolca yalanın çizdiği bir çemberde başlayan ilişkilerinden doğan aşkın romanı. Her şey hem gerçek hem de gerçek olamayacak kadar tehlikeli…

Biraz da romanımızın hikâyesinden bahsedelim öyleyse. Romanın tehlikeye düşen sularında Mavi olarak tanıyacağımız Elmas, annesini erken yaşlarında kaybediyor ve babası tekrar evleniyor. Hal böyle olunca babası, kızını Almanya’ya, “okuması için” gönderiyor. Bilirsiniz, zengin aileler böyle durumlara böyle keskin, kalıcı ve kaçak çözümler üretir. Mavi de bu çözümden nasibine düşeni alıyor; alışkanlıklarla dolu ülkesinden uzakta, ailesi ve arkadaşlarından yoksun tek başına bir hayat sürüyor. Yıllar geçiyor. Tabii kaçınılmaz son olarak da ilişki kurmayı beceremeyen, “kendi halindeki” o kıza dönüşüyor Mavi. Hayli yıprandığı bir ilişkinin mengenesinden parçalara ayırarak çıkarıyor kendini ve babasına haber vermeden Türkiye’ye dönüyor. Aslında burada “kaçıyor” demeliyim, değil mi? Nihayetinde insan problemlerini nasıl çözeceğini büyürken öğreniyor. Burada kendisine küçük bir otel odasını andıran bir ev tutuyor. Ve onun adı artık Mavi! Elmas çoktan yok oldu.  

Mavi dönüyor ama hayatı elbette düzene girmiyor. Sessiz, bohem bir hayat yaşıyor. Bir gece barda alkolün dozunu kaçırdıktan sonra uyanacağı sabah, bambaşka geçecek iki hafta kapısını hiç çalmadan, gelişine güzel açıyor. Yolu önce Çetin’le, sonra abisi Tekin’le, sonra da hepsinin yolu mafyayla kesişiyor.

Bu arada Tekin’den söz etmedim size. Tekin her ne kadar taksi şoförlüğü yapsa da felsefe okumuş. Zeki, bilgili, bunların yanında uzun boylu ve oldukça yakışıklı bir genç. Gültepe’deki yaşamın kahramanı olan Tekin, zıt kutbun bir ucunu şöyle özetliyor:

“’Depresyon’ genellikle iyi eğitilmiş, hayattan daima daha fazlasını isteyen ve tam da bu yüzden asla tatmin olmayanların, örneğin tam da ‘beyaz yakalı Levent sakinleri’nin işidir. Onlar, bir gün kendilerine çok büyük kapılar açacağını umarak hayatlarını adadıkları tahsilleri gereği harikulade şeylere layık olduklarını, fakat nedense hâlâ hak ettikleri yerde olmadıklarını düşünüp dururlar. Böylesi bir hezeyanın edebî hayal kırıklığına yol açması kaçınılmazdır. Bu da bir depresyondan ötekine koşmaya, antidepresanlara maaş bağlamaya sebep olur. Oysa genellikle eğitimden pek nasibini almamış, almaya da heveslenmeyen Gültepeliler “daha iyi” kavramının kendileri için yaratılmadığının farkınadır. Mutsuzluğu olağan bir standart kabul edenler, mutlu olmamayı da haksızlık gibi görmezler.” (Sayfa 6)

Ayrı gezegenlerin vurgusu, bir cümlede de verilebiliyor aslında.

“Taksiyle yarım saatlik mesafede yaşıyorduk sözde ama ayrı gezegenlerden geliyorduk sanki! Hayat ne garip…” (Sayfa 99)

Coğrafyanın farklılıklarının çekiştirdikçe benzeşen yüzü, yazara da okuru romanın içinde tutan bir anlatım kazandırıyor. Hikâyesini kahramanlarımızın ağzından anlatan Orth, olayları bir Tekin, bir de Mavi üzerinden aktararak okura, bu iki “coğrafyanın” dilini, olaylara bakış açısını ve yaşam tarzlarını karşılaştırma olanağı sunuyor. Ayrıca bu aynı zamanda romanın daha hızlı okunmasını da sağlıyor. Böylece okur, hikâyeden kopmuyor.

Tekin ve Mavi’nin arasındaki uçurum, hani az önce de dedim ya, Türk filmlerine konu olan senaryonun yaşamın içindeki çırpınışı gibi. Bu çırpınışın hikâyesinin bir yerinde yurtdışı ile ülkemiz arasında bir kıyaslama da yapılıyor. Bu kısım da özellikle güncelliğini koruduğundan ilgi çekici. Kıyaslamanın anlatımı Tekin’in, taksideki bir müşterisinin sözlerine öykünmesiyle başlıyor.

“Bir daha üstüne para verseler gitmeyecekmiş de cennet vatanımızın taşı toprağı altınmış da falan filan…” (Sayfa 91)

Bu kıyaslamanın bir yerde Gültepe/ Levent ile New Jersey/ New York şeklinde verilmesini de seviyorum. Aşağıda okuyacağınız alıntıda sözü geçen kıyaslama, bana da çok sevdiğim dizi How I Met Your Mother’ı hatırlatıyor.  

“… seneler önce izlediğim bir yabancı diziyi hatırlayıverdim. Dizede New Jersey’in New York’a komşu olduğu, hatta Gültepe’nin Levent’e üvey kardeş olması misali, New Yorkluların da New Jersey’de yaşayanları hakir gördüğünden bahsediliyordu.” (Sayfa 92)

Hadi biraz da Mavi ve Tekin’in aşkından söz edelim. “Vay be!” diyor insan. Belki de aşk duygusu her koşulda güzel bir şekilde gerçek olsun istediğinden, bilemiyorum. Ama Tekin’in şu sözlerini de paylaşmak istiyorum sizinle. Aşk böyle bir şey olabiliyor çünkü. İnsan bal gibi âşık olduğu ve sevildiğini bildiği o yerde kendini kanatmaya, hançerlemeye meyilli.

“Benim gibi çulsuz, vasat, sıradan bir adam, Mavi gibi önemli bir aile mensubu, zengin, akıllı, üstelik baş döndürecek kadar güzel bir kadınla aşk yaşamayı ancak rüyasında görürdü! Veya böyle yalandan bir dolap çevirince işte… Perde kapanınca suratıma bile bakmazdı zaten!” (Sayfa 98)

Yine de kendi içlerinde aşkı en gerçek, o can yakıcı yerden tanımlamayı da biliyorlar. “Kendimi Mavi’nin etrafındayken alevlerle gösteri yapan bir sirk cambazı gibi hissediyordum,” (Sayfa 100) diyor Tekin. Mavi’yse “Mıknatısa doğru çekilen zavallı bir demir parçası gibiydim…” (Sayfa 102) diye tanımlıyor hissettiklerini.

Aşk bir yandan da böyle bir şey olabiliyor işte. İnsan kendini bulduğunun farkında olmadan kaybediyor. Arka kapakta da sorduğu gibi; kendin olmak mı zor, kendin kalmak mı? Söz konusu aşksa, insanın asla bir önceki versiyonunda kalamayacağı keskin bir gerçek…

“Mavi sırf bu kadar yakın ve bu kadar uzağımdaki varlığının bile akıl ve ruh sağlığım için tehlike oluşturduğunun farkında mıydı? Gözlerim bir an için dudaklarına kilitlenecek oldu ve yine kayboldu etrafımdaki dünya. Neredeydim, ne yapıyordum?” (Sayfa 101)

Görkemli bir yaşam süren Vardar Ailesi’nin iş yaşamını geliştirirken verdiği mücadeleye tanıklık ettiğimiz sayfalarda, aynı şekilde gerek iş ilişkilerinde gerek aile içi ilişkilerde yaşanan anlaşmazlıkların birlikte çıkılan yolculuklardaki etkisini görüyoruz. Hani hayatta “Bu kadar da olmaz” deriz ama tam olarak o kadarı da olur ya! Tesadüflerin yaşamımızı nasıl şekillendirebileceğini görmüşüzdür. Kitapta da sadece iki haftaya sığan onca maceraya tanıklık ediyoruz aslında özetle. “Bu da olmaz artık!” dediğimiz şeyler, müthiş bir inandırıcılıkla gerçekleşiyor. Birey olma, ekonomik güç kazanma ve bu yolda karşımıza çıkan fırsatları nasıl değerlendirdiğimizin soruları zihnimizde akarken, kendimizi de bu komplonun içinde bir yerde, hikâyenin bir parçası olarak buluyoruz. Bu hikâye artık biziz. Kitapta kahramanlarımızın gittikleri mekânlarda, sanki onlar oradayken biz de bir yerlerden onları izliyormuşuz hissi veren Orth, bize bir de olaylara başka yerlerden bakma şansı veriyor. Ama buna alıştırmıyor. Çünkü insan alıştığı manzaraya kafasını kaldırıp bakma zahmetinde bulunmuyor. Oysa güzellikler sonsuz. Ve bazı evlerin pencerelerinden dolunay görünüyor. Aşkın ve tehlikenin olduğu yerde, hayat denen şey soluksuz yaşanıyor.

*

KÜNYE:

Tehlikeli Sular

Bahar Orth

Librum Kitap

320 Sayfa

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir