İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Zulmün İzinde Bir Roman: Kehribar Geçidi

İnceleme: Şeniz Baş

Yekpare bir insanlık ve oluş hali olduğunu düşünürüm. Özellikle antropoloji, sosyoloji, tarih okumalarına pek meraklı olup üzerine de az buçuk düşünenlerin bu önermeyle bir kere buluştukları da vakadır zannımca. Bu oluş hâlinin dönüp dolaşıp her bir insanda, nesilde, medeniyette de kendini gerçekleştirdiğini de düşünüyorum. Bunları neden düşünüyorum? Nazan Bekiroğlu’nun son romanı Kehribar Geçidi’nin ilk elli sayfasından itibaren bu düşünce, içimde huzursuzluk içeren ama adını da tam koyamadığım bir duyguyla beraber hikâye boyunca beni takip etti de ondan. Roma İmparatorluğu’nun MS 300’lü yıllarda, asker İmparator Diocletianus dönemini anlatarak başlayıp sonra üç yüzyıl atlayarak Hristiyan Roma sokaklarında gezinen, altı yüz sayfalık edebiyat şöleni ve tarihin kendini tekrar eden sarmalına tanıklık ettiğimize dair mühür niteliğinde bir im Kehribar Geçidi. 

Aziz Roma. Roma’yı böyle tanımlayan var mıdır? Aziz İstanbul. Aslı budur herhalde. Ama İstanbul biraz Roma, Roma biraz İstanbul değil midir? Bu iki şehrin görkemi ve tarihte bıraktığı iz sanki aynı. Büyük bir imparatorluğun başkenti olmak, dünyanın hükmünün yettiği kısmına başkentlik yapmak, daha da geride kalanların yüzünü hep kendine döndürmek.  Her iki şehrin hükmünden de bildiğimiz üzere bu hüküm güçle, bilgiyle, parayla, hileyle olduğu kadar kanla da yazılmıştır. Bazen masumların bazen zalimlerin.  Kehribar Geçidi hükmün yaşam grafiğini incelikle gösteriyor bize: Bütün görkemler solup gider, sönük olan yıldızlaşır. Bazen tam da yok etmeye çalıştığının hükmü güçlenir, onun da senden bir farkı kalmayıncaya kadar hüküm sürer. Nihayetinde birçoğunun adı unutulur, unutulmayanın da kahraman mı zalim mi olduğuna karar verilemez. Bazen yalanlar söylene söylene gerçek olur, gerçeklerin ise bir yalan olduğuna yemin edilir.  Roller, isimler, rakamlar değişir ama insanlığın hangisini göstereceği belli olmayan ikili yüzü kendi varlığını her bir bedende sürdürür. Bütün bunları Roma sokaklarında, evlerinde, mahkemelerinde, hamamlarında dolanırken belletiyor. Dün –üç yüzyıl önce dün- Hristiyanlığa geçtikleri için cezalandırılan yedi Roma vatandaşına, bugün –üç yüzyıl sonra bugün-  kendi gözleriyle görüp, etleri kemikleriyle tanıklık ettikleri olayları dile getirdikleri için cezalandırılacaklarını anlatan kilise arşivcisi Sebastian’ın dudaklarından da dökülüyor: 

“Bildikleriniz de düşünceleriniz de piskoposun hoşuna gitmedi. Çünkü sizler olmayanın olduğu, olanın olmadığını söylüyorsunuz… Ve bunları halka anlatacaksınız.” 

Kehribar Geçidi’ni siyasi tarih izinde okumadan duramıyorum. Belki benim sorunumdur. Yazarın böyle bir iştiyakı olup olmadığını elbette bilemiyorum. Ama yine kitaptaki azatlı köle Vitalis’e olduğu gibi bana da cümleler ve onların aktardıkları öyle tanıdık geliyor ki. 

Mesela görkemli Roma şehrinin ortaya çıkışını anlatan şu satırlar: 

“’Roma bir günde yaratılmamıştı.’ Onu Tiber kıyısındaki sazdan kulübeler köyünden dünya imparatorluğuna dönüştüren kuvvet, erdemleri kadar inşaatlarında da aranmalıydı. Augustus, “’altın oltasıyla balık tutan adam’, tuğladan bir şehir bulmuştu yüzyıllar önce imparator olduğunda, ardından mermerden bir şehir bırakmıştı ve bununla övünmüştü en fazla.” S.143

Ya da Diocletianus dönemindeki Roma toplumunu anlatan şu cümleler:

“Gerçi Roma’nın müsrif kısmı her zaman müsrifti. Ama bu artık çığırından çıkmış, yatağından taşmıştı; ziyafet masalarını çoktan aşmış, bu şımarıklık devlete eteğinin ucu dokunan herkese sinmişti. En başta da senatörlere. Cumhuriyetin yaşadığı yer gibi öldüğü yer de senatoydu.” S. 155

Peki, yine aynı döneme ait Fiyatlar Fermanı’ndaki şu uyarılar?

“…fermanın gövdesi azarlayıcı bir üslûpla ekonomideki kötü gidişatı ima ediyor ve bundan açgözlü esnafın ve tüccarların para hırsını sorumlu tutuyordu.” S. 169

Ya da Roma’ya Hristiyanlığın sızmaya başlaması ve bunun pek de yüksek Roma çıkarlarıyla uyuşmadığının ve imparatorun gazabının tepelerine ineceğini anlamalarıyla değişen iklimi anlatan şu satırlar:

“Kodeksi tezgâha bırakıp çarşıyı dolaşmaya başlayan yazıcı köle kitapların da kitapçıların da çehresinin bir gecede başka türlü değiştiğini o zaman fark etti. Dinsizlere Karşı, Hristiyan Düşüncesinin Tutarsızlıkları üzerine, Kâfirlerin Öğretilerini Çürütmenin Yolları. Yazar yerinde yazıcı kölenin hiç tanımadığı ya da çok iyi bildiği bir isimle bu kitaplar epey ucuz fiyatlara satılıyordu hem de bu pahalılıkta. Kim yazmıştı bunları bir gecede? Kim piyasaya sürmüştü?” s.177

İmparator Diocletianus’un geldiği yolu anlatan şu alıntı: 

“Yine de bu tok gözlü, çok çalışkan, savaş ustası adam imparatorluğu yenilemenin yolunu Roma’nın bugününde aramamış, onun geleneksel ahlâkına, atalar dinine dönmekte bulmuştu.” S. 222

Diocletianus’un biraz önceki alıntıdaki başlangıç noktasından uzaklaştığını gören silah arkadaşı Senaratör Zosimus’un gözlemlerine ne demeli?

“Geleneğe göre, zafer arabasında Roma’nın en sefil güruhunun temsilcisi bir köle, bir elinde tapınak çanını sallarken diğer elindeki tacı imparatorun başının üzerinde tutar ve kulağına doğru hafif bir sesle uyarırdı yürüyüş boyunca:

‘Unutma, sadece bir insan olduğunu unutma. Ve bu tacın geçici olduğunu hatırla.’

İşte bu köle eksikti.” S. 233

Romanı okuma zevkini engellememek adına kendi olası halüsünasyonumu gerekçelendirmek için yaptığım alıntılara son veriyorum. Ama son bir alıntıdan da kendimi alamıyorum:

“Bilindiği gibi Diocletianus’un dindar saltanatında bu erdemli savaş başlayalı beri tapınakların kandilleri ışıl ışıl yanıyordu sabahlara kadar, ilahiler yükseliyordu avlulardan sütunlara çarpa çarpa…  Gerçi… mahkemede davası sürenlerle, devletten yağlı bir kuyruk kollayanlarla da taşıyordu tapınaklar.” S.243

Kehribar Geçidi’nden yaptığım alıntılar tekerrür eden kötülüğü ve -Hannah Arendt’ten alayım bu tanımı da- “kötülüğün sıradanlığı”nı bize gösteriyor. O kadar sıradan ki bir amip gibi her yapıştığı canlıda, her koşulda yaşamını devam ettirebiliyor.  Ama roman umutsuzluk içermiyor.  Romanın tanıtımlarında kullanılan şu cümle bana göre tüm hikâyeyi ve dünde, bugünde, gelecekteki replikalarının aktörlerini hizaya çekiyor ve umudu diri tutmamızı sağlıyor: 

“Öyle zannetti ki çıkardığı sesten değil çıkarmadığı sesten mesuldür insan en fazla. Gün gelir hissetmediğin acının da hesabı senden sorulur, kalbimden sorumsuzum sanma.” S. 257

Son olarak ise Kehribar Geçidi kallavi dil işçiliği, birbirinden ayrı akarken, aynı kaderi taşıyan nehre akan ince hikâye derecikleri, mekân, zaman ve uzam tasvirleri, Yedi Uyurlar anlatısının ana hikâyeye dantel gibi işlenmesi, kibir, kusur kavramlarının veriliş biçimi ve Seneca’dan Cicero’ya felsefi arka planı gösterişiyle dev bir edebiyat çalışması olarak da kesinlikle okunması gerekenler listesinde yer alıyor. 

Satın Almak İçin Tıklayın!

*Kehribar Geçidi, Nazan Bekiroğlu, Timaş Yayınları, Kasım 2021. 

Şeniz Baş

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir